Corona Gölgesinde Ev Günlükleri #1 – Yeni Düzene Direnmek
Son güncelleme tarihi: 27 Nisan 2020
Hayat çok acayip gerçekten. Her şeyin ne kadar hızlı değişebileceğini gösteren çeşitli olaylar yaşamış, bu nedenle yıllar içinde hiçbir şeye aşırı üzülmemek veya aşırı sevinmemek şeklinde bir koruma mekanizmasını geliştirmiş biri olduğumu düşünüyorum. Ancak 2020 yılının Mart ayı gibi sürüyle küresel çapta büyük ölçekli olayın yaşandığı, milyonlarca kişi gibi benim de hayatımı belki de geri dönülmez şekilde etkileyecek bir dönemi kesinlikle görmedim. Yaş itibarıyla direkt risk grubu içinde bulunmayanların bile neredeyse hepsinin risk altında olan annesi, babası, tanıdığı ve sevdiği birileri vardır. Yine kendimiz risk taşımasak bile virüsün hızlı bulaşıcılığı, başka bir insana virüsü geçirebileceğimiz anlamına geliyor ki bulaşıcılık anlamında bu ayarda bir hastalık modern insan toplumlarında pek görülmüş değil.
Açıkçası bu kadar evrensel çapta bir olayın, 2. Dünya Savaşı’ndan beri yaşandığını zannetmiyorum. Bizden sonraki nesillere anlatacak, üzerine binlerce kitap yazılacak, filmler çekilecek, etkilerini sosyal, ekonomik ve kültürel hayatımızda silinmez şekilde hissettirecek bir dönemden geçiyoruz. Bunun her şey olup bittikten sonra değil de şimdi farkında olmak ne işimize yarar onu bilemiyorum. Açıkçası bu yazıyı kimse okumasa bile bir köşeye not etmek, geriye dönüp baktığımda (pandeminin sonunu görebilirsem elbette) bu günlerde neler hissettiğimi hatırlamam açısından önemli taşıyacak.
2020’nin Şubat ayı geldiğinde, 4 tane gezi fikrim vardı önümde uzanan yıl için. Birinin, yani kız arkadaşımla birlikte Ramazan sonu ve bayramı içine alacak şekilde planladığımız Büyük Britanya gezisinin hazırlıklarını bitirmek üzereydik, kabaca kafamda oluşturduğum diğer 3 fikri ise tarihleri biraz daha yaklaştığında ve uygun şartlar bozulmadığı takdirde daha ayrıntılı şekilde planlamaya başlayacaktım. 2019 yılında irili ufaklı toplam 7 gezi için yurtdışına çıkma imkanı bulmam beni biraz şımartmıştı sanırım. Şubat ayının ortaları geldiğinde corona vakaları hala çok uzaktaydı, COVID-19’un SARS ya da MERS gibi kardeşlerinde olduğu gibi, uzaklarda yaşanıp bitmesini umuyordum tüm bencilliğimle. Vakaların Avrupa’ya yayılmaya başlaması beni korkutsa da, Büyük Britanya vizesi başvurusu için tarih almıştım. Vize başvurusuna birkaç gün kaldığında, randevuyu iptal edip başvuru ücretini hiç kesinti olmadan geri isteyebilecek konumdayken bunu yapmadım, nedenlerini yazı içinde açıklayacağım.
Mart ayının başlarında, Türkiye’de açıklanan vaka olmasa da çevre ülkelerde hızla yükselen sayılar ve Türkiye’de de vakaların olduğu ancak kamuoyu ile paylaşılmadığı inancı ile, herkesin evine kolonya ve makarna stoklamaya başladığı dönem gelmişti. İlk vakanın açıklanmasından yaklaşık 1 hafta sonra, Mart ayının ortasında bir öğleden sonrası, çalıştığım işyeri ertesi günden itibaren geçerli olacak şekilde evden çalışma düzenine geçildiğini açıkladı ve bir anda kendimi, iş arkadaşlarımla belirsiz bir zamanda yeniden görüşene dek ayrıldığımız tuhaf bir vedanın ortasında buldum. Farklı şartlar altında olsa birçoğumuzu memnun edecek evden çalışma olayı, zorunlu olunduğunda o kadar da güzel değilmiş. Hiçbir şey olmasa bile, iş hayatı ile özel hayatını bu kadar girift hale getirmesi, iş yeri ile özel alanımı birbirine karıştırması yeter bunu söyleyebilmem için.
Evden çalışmaya başlayalı 1 aydan biraz fazla zaman geçti. Bana ve birlikte çalıştığım arkadaşlarıma belki de aylar geçmiş gibi hissettirdi bu geçen zaman, özellikle Mart’ın sonuna kadar olan kısmı. Bu 1 aya o kadar çok şey sığdı ki: Hayatımda önemli bir yeri olan, iş çıkışı bir mekanda oturup birkaç birşey içme devri bitti, düzenli görüştüğüm arkadaşlarımla ancak telefon veya internet üzerinden konuşabiliyorum, fırsat bulup sevdiklerimin yanına gidebilsem bile onlara yaklaşamıyor, dokunamıyorum ve maalesef bunlara alışıyorum. Zorunlu olmadıkça sokağa çıkmama tavsiyelerini sokağa çıkma yasakları takip ederken, marketlerde sosyal mesafeyi hiçe sayarak kuyrukta önüme geçmeye çalışan insanlarla kavga edecek duruma geliyorum, evden çıkarken maskemi, küçük kolonya spreyimi yanıma almayı unutmamayı öğreniyorum.
Genel olarak spor müsabakalarını seyretmeyi çok severim, ancak dünyada bütün spor organizasyonları patır patır ertelenirken, konuşacak birşey bulamadıkları için eski hikayeleri döndürüp döndürüp anlatan spor podcast’lerine dadanıyorum. Benim için adeta bir zevk olan, Skyscanner gibi bilet fiyatı derleyici sitelerinde önümüzdeki herhangi bir ayı seçip Türkiye’den nerelere ucuz uçak biletleri olduğunu arama aktivitesi bile anlamsız bir hale geldi, çünkü seçtiğim ayda bir uçak havalanacak mı, onu bile bilmiyorum. Hem benim gibi uzman olmayan milyarlarca kişi, hem konunun uzmanı diyebileceğimiz yüz binlerce doktor, hem de durmuş ekonomilerini kurtarmak için umutsuzca çırpınan siyasetçi tayfası, hiçbirimiz eski hayatımıza, ya da en azından eskisinin bir taklidi olacak hayatımıza ne zaman döneceğimizi bilmiyoruz. Öngörüler havada uçuşuyor, herkes birbiriyle çelişen şeyler söylüyor, günler geçiyor, virüsün yayılma eğrisinin zirveye çıkıp inişe geçtiği günü görmeyi herkes gibi sabırla bekliyorum.
Her gün, artık hayatlarımızın ayrılmaz bir parçası haline gelen worldometers sitesinden dünyada o gün hangi ülkede kaç kişinin öldüğünü, kaç yeni vaka tespit edildiğini izliyorum (orada gördüğüm dudak uçuklatıcı sayılar, benim için halen istatistikten ibaret, maalesef ateş düştüğü yeri yakıyor). Evden çalışmanın nasıl birşey olduğunu, iyi ve kötü taraflarını anlamaya başlıyorum. İşim gereği dünya çapında, internette arananları takip ediyor ve trendlerin nereye evrildiğini gördükçe şaşkınlığa uğruyorum, bu aramaların (en basitinden, “evde kendi saçını kesme” mesela) gelecekte hayatımızda ne kadar büyük yer edineceğini kestirmeye çalışıyorum. Oldukça yoğun geçen bir işim olmasına şükredecek hale geliyorum, çünkü sokağa çıkma yasağı olan haftasonlarını kitap okumak, film izlemek ve yeni bir dil çalışmak gibi aktivitelerin bile dolduramayacağı günlerin geleceği korkusunu içten içe hissediyorum. Evet, bütün bunlar ve çok daha fazlası 1 aydan kısa süre içinde oldu.
Bu yazıda kişisel tema olarak düşündüğüm konu, değişime karşı durma içgüdüsüydü aslında. Yukarıda dediğim gibi bütün bu yaşananlardan bazılarının geri dönüşü olmayacağını, bazı etkilerin sosyal genlerimize işleyeceğini tahmin etmek için kahin ya da sosyolog olmaya gerek yok. Muhakkak ben de etkileneceğim, muhtelemen belli pervasızlıklarımı daha çekingen bir tavra evriltecek değişimler yaşayabilirim.
Halbuki daha bu virüs hayatımızın orta yerine tokadını vurmadan birkaç hafta önce çok farklı şeyler düşünüyordum. O dönemde şirket içi bir eğitime katılmıştım. Eğitimcimiz, son derece standart olan ‘5 yıl sonra kendini nerede görüyorsun’ sorusunun bir versiyonunu sorduğunda aşağı yukarı şöyle demiştim: “Ben zaten 5 yıl sonra yaşamayı umabileceğim hayatı yaşıyorum. İşi gücü bırakıp güneye yerleşmek ve bir bar açmak, bahçeli bir eve çıkmak vs. gibi hayallerim yok. Sevdiklerimle beraber ve sağlıklı olduktan sonra benim için önemli olan, sürekli cebimde bir sonraki gezimin biletini taşıyabilmek ve yeni yerler görmek için motivasyonumu kaybetmemek”. Bunun gibi birşeyler işte… Bu ukala yanıtı verirken gerçekten de cebimde biletim vardı, gidiş dönüş Londra bileti. Şu anda bakıyorum, ne o bilet artık cebimde, ne Londra bildiğimiz Londra, ne de yaşadığım hayat aynı hayat…
Gezmenin benim için ne kadar önemli olduğunu söylememe gerek yok, beni şahsen tanıyanlar da inatçı bir karakterim olduğunu bilirler. Kendi doğrularından kolay kolay vazgeçmeyen biraz cins biriyim bir yandan da. Acaba bütün bu olanlar, corona salgını kontrol altına alındıktan sonra beni daha muhafazakar bir gezi planlamasına itecek mi? Bulduğu uygun zamanları yurtdışı gezileriyle doldurmayı çok seven, bunun planlarını yaparken bile mutlu olan biri olarak “korkularına” boyun eğen değil, “tedbirli” davranmayı elden bırakmadan, yeni ülkeleri görmeye devam eden biri olabilecek miyim?
Elbette ikinci söylediğimin olmasını umuyorum. Elbette gezi alışkanlarının köklü biçimde değişmemesini, ucuz havayolu şirketlerinin batıp birkaç büyük firmayı tekel haline getirmemesini, hostel, Airbnb, Couchsurfing gibi gezgin dostu organizasyonların ayakta kalmasını, gezi masraflarının benim gibi beyaz yakalıların 3 kuruşluk gezme keyfini imkansız boyutlara getirecek noktaya gelmemesini diliyorum. Şartlar ne kadar zorlu olursa olsun, iyi hesaplanmış riskleri alabilen biri olduğumu düşünüyorum. Ama beni asıl korkutan, bu konuda inisiyatifimin aslında çok kısıtlı olduğu gerçeği. Mesela -böyle birşeye kimse cesaret edemez de, mesela diyorum- “hiçbir ülke 1 yıl boyunca turist kabul etmeyecek” diye bir karar çıksa Birleşmiş Milletler’de, ağzımı açıp birşey diyemem. 1 yıl gezmezsem elbette ölmem. Bilmiyorum, belki de asıl korkum başkadır. Sonuçta gün geçtikçe daha gençleşmediğim için, halen sağlıklı sayılabildiğim bir dönemde yeterli fiziksel güce ve motivasyona sahipken bütün planlarımı rafa kaldırmamın üzüntüsü ve belirsizlik beni bu şekilde düşünmeye itiyordur.
Bu sonu belirsiz yarı hapsolmuşluk durumu, Josef K ile, Kafka’nın ‘Dava’sında suçunu bile öğrenemeden aylarca zan altında tutulan karakteriyle bazı özdeşlikler kurmama neden olacak kadar içime işledi aradan geçen bir ayda. Ama bu zamanlar gerçekten şikayet edilecek zamanlar değil. Avunduğum şeylerden biri (bende ya da arkadaşlarımda, ailemde henüz vaka çıkmaması haricinde) bu küresel karantinanın ekonomik etkilerinden en azından kısa vadede ciddi şekilde etkilenmeyecek bir işte çalışıyor olmam. Bir başkası, elimde iyimser olmak dışında hiçbir seçenek olmadığı. Bir diğeri ise askerliğimi yapmış olmam, şu an terhisi ertelenmiş askerlerden biri olmamam, askerde şafağın doğan güneş dediği günü beklemenin ne olduğunu ben de yaşayarak öğrendim çünkü. Onlar için gerçekten çok ama çok üzgünüm.
Yukarıda dediğim gibi, Büyük Britanya Vizesi için başvurumu geri çekmeyip randevuya gittiğimde, Ankara’daki vize başvuru merkezi TLSContact halen başvuru kabul ediyordu. Ben de 6 aylık Britanya vizesini şimdi olmasa bile 6 ay içinde, “her şey düzeldikten sonra” kullanabileceğim düşüncesiyle gitmiştim zaten. Bomboş vize başvuru merkezinde işim halledilirken bir görevli, normal başvuru sonuçlanma süresinin 3 hafta olduğunu, ama büyükelçilik kapandığı takdirde işlerin değişeceğini söylediğinde bunun ne anlama gelebileceğini o an fazla idrak edememiştim. An itibariyle başvurumun üzerinden 5 haftayı aşkın süre geçti, pasaporttan tabii ki bir haber yok. Başvurumdan 1 hafta kadar sonra vize başvuru merkezi süresiz olarak faaliyetlerini durdurdu zaten. Pasaportun akıbetini sormak bile şu an lüzumsuz görünüyor, zaten elimde olsa bile ne Büyük Britanya’ya, ne de Kapıkule’nin öbür tarafında herhangi yere gidebilecek durumda değilim. Herhalde Büyük Britanya Büyükelçiliğinde, kilitli bir kasada falan beklemektedir deyip geçiyorum. Uçak biletlerini en az zararla erteleyebilmek (hangi tarihe, hiç bilemeden) veya mümkünse ücretin iade edilmesini sağlayabilmek için fırsat kolluyorum bir yandan. İşin tuhafı, bu süreçte Britanya vizesi alma deneyimlerime dair ayrıntılı bir yazı yazdım, bitirdim ama vize sonucunu göremeden son cümlelerini yazamıyor, yayına alamıyor, buraya linkini de koyamıyorum. Corona sonrası dünyada turistik geziler nasıl olacak, vize işleri ne şekilde gerçekleşecek, hangi ekstra belgeler talep edilmeye başlayacak, halihazırda olandan ne kadar daha fazla 3. dünya ülkesi vatandaşı muamelesi göreceğiz acaba?
Daha başka hislerimle ilgili de yazılar yazmayı düşünüyorum onları aklımda toparladıkça. Kesinlikle yaşadıklarımı felaket olarak nitelendirmiyorum. Çok daha kötü şeyler yaşamak zorunda kalan, sevdiklerini kaybeden, bizzat hasta olup zor zamanlar geçiren, işini kaybeden, korkunç bir gelecek kaygısı içine düşen milyonlarca insan var dünyada. Ben -henüz- onlardan biri değilim, o yüzden yazının içinde bir yerde daha söylediğim sözü tekrar etmek dışında aklıma birşey gelmiyor bitirirken: İyimser olmak durumundayız, çünkü elimizden gelen başka birşey yok. İyimser olmaya mecbur olacağımız günleri de yaşayacakmışız, bu günler ne zaman geçecek, onu da kalan sağlar görecek…