Çernobil-Pripyat Gezisi
Son güncelleme tarihi: 12 Eylül 2019
Öncelikle, Çernobil bölgesine gitmek için yaptığım bürokratik ve kişisel hazırlık süreciyle ve güvenlik konusuyla ilgili yazdıklarımı görmek için lütfen tıklayın. Bu yazıda da belirttiğim gibi Çernobil’e gitmek devlet izni gerektiriyor, bu nedenle normalde hiç katılmadığım turlar, tek mantıklı seçenek olarak görünüyordu ve ben de bir tur ayarladım. (Defalarca sorulduğu için ek yapıyorum: Türkiye ile Ukrayna arasında pasaportsuz geçişin başlamasının ardından Çernobil bölgesine Türkiye nüfus cüzdanıyla geçebilir miyiz soruları geliyordu, ancak bölgeye pasaport dışında bir belgeyle girişin mümkün olmadığını tura katıldığım şirkete sorup öğrendim.)
Kiev’e geldikten sonra turun başlayacağı yeri gitmeden önce görüp kendi çapımda bir keşif yapmıştım. Tur günü başlangıç yeri ve turun net olarak sabah 8’de başlayacağı bilgisini aldığım için kaldığım hostelden erkenden çıktım. Tur otobüsünün kalkacağı yere gittiğimde kötü bir sürprizle karşılaşmadım neyse ki. Minibüs ve tura katılacaklar bekliyordu. Kiraladığım Geiger Sayacı için bir depozito belgesi imzaladım (eğer sayacın başına birşey gelirse 189 $ gibi bir parayı ödemeyi taahhüt ettiğime dair) ve tur parasının kalan kısmını ödedim. Sayacı alır almaz bir kontrolde bulundum, Kiev şehir merkezinde gerçekten söylendiği gibi 0.12 µS/h gibi bir radyasyon söz konusuydu. Saat tam 8’de yola koyulduk. 13 kişilik tur ekibinin tamamı erkeklerden oluştuğu için askerde çarşı iznine çıktığım zamanları hatırlamamam elde değildi. Rehberimiz hiç kadın olmamasının hızımızı artıracağını söyleyerek moral vermeye çalıştı.
Koşturmacayla geçen turda ne kadar koşsanız da bölgede görülesi yerlerin 1 günde bitmesi mümkün olmuyor. Tur şirketleri daha uzun turlar sunuyor ama 2 günlük bir tur da gereğinden fazla zaman kaybı anlamına gelebilir diye düşünüyorum. 1 günde yeterince duygu yoğunluğu yaşamanız garanti. Pripyat 30 yıldır Sovyet yetkililer ve meraklı turistler tarafından didik didik edilse de, bazı şüpheli eşyaları saymazsak sanki 30 yıl sonra ilk gelen sizmişsiniz gibi hissedebiliyorsunuz zaman zaman.
Bugün özel güvenlik bölgesi (exclusion zone) Ukrayna ve Belarus’ta yaklaşık 30 km yarıçaplı bir alanı kapsıyor. Ukrayna kısmında o zamanlar yerleşim olan 94 köy boşaltıldıktan sonra köylerin büyük kısmı terkedilmiş vaziyette kalmış, bir kısmı yıkılmış evlerin.
Bütün Çernobil Turları, büyük oranda aynı yerlere gitmeyi vaadediyor. Ben kendi gördüklerimi sıralayayım: Kiev’den çıktıktan kısa bir süre sonra -muhtemelen önceden anlaşılmış, bizdeki otobüs firmalarıyla anlaşmalı dinlenme tesisleri gibi- bir benzinliğe girip 15-20 dakika durduk. Yolda Thomas Johnson’ın 2006 yapımı The Battle of Chernobyl filmini izledik. Belgeselde patlamanın ardından bölgenin boşaltılma, yangının söndürülme ve reaktörde kapalı kalan radyoaktif sızıntının yeraltı sularına karışmasını önleme çabaları anlatılıyordu. Bir de o günleri hatırlayan herkesin ettiği ortak bir söz aklımda kaldı: Savaştan kötü diyorlardı, nitekim savaşta düşmanının nerede olduğunu görüyorsun ama radyasyondan koşarak kaçamayacakları için, ama her an her yerde bulunabileceği düşüncesini akıllarından atamadan, adeta ölümcül bir Schrödinger kedisiyle mücadele ettiklerini anlatıyorlardı.
Kiev’den çıktıktan 2 saat kadar sonra 30 km kontrol noktası olan Dytyatki’ye geliniyor. Rehberimizin bize ilk söylediği, kontrol noktalarının fotoğrafını çekmeye kesinlikle çalışmamamız oldu, aksi takdirde kendi ifadesiyle ‘Sovyet’ polisiyle başımızı derde sokabilirmişiz. Bu kontrol noktasında tur şirketinin bildirdiği isimler polisin elindeki listede yazıyor, pasaportunuzu polisin gözüne sokmak suretiyle polis isminizi ve fotoğrafınızı kontrol ettikten sonra bölgeye girmiş oluyorsunuz (Kuzuların Sessizliği’nde Clarice Starling’in kimliğini Hannibal Lecter’a gösterdiği sahnenin aynısını yaşadık). Bu noktayı geçtikten sonra başınıza gelecek herhangi bir hastalık, kaza ve beladan tur şirketini sorumlu tutmayacağımıza dair ikinci bir kağıt imzalıyoruz. 10 km kala ikinci kontrol noktası geliyor. Bu arada Zalissya adlı terkedilmiş bir köye uğradık ilk olarak. Ağaçların her yanını sardığı evler, bir adet market (Produkty). Burada radyasyon miktarı normalin çok az üzerine çıkmaya başlamıştı (0.17 µS/h civarı). Ama turun ilerleyen kısımlarında görecektim ki en çok yeşillikler arasında, en az kapalı yerlerde radyasyon oluyormuş.
Sonrasında herkesin Pripyat’la karıştırdığı Çernobil kasabası geliyor. Burası 700 küsür yıllık bir tarihi olan eski bir yerleşim yeri. Santrale adını veren kasabaya yetkililerin uyarılarına rağmen halkın bir kısmı geri gelmiş, şu anda 1000 civarında insan yaşıyor. Okuduğuma göre burada yaşayanların yaş ortalaması 63’müş, bütün hayatını buralarda geçirmiş, “öleceksek de memleketimizde ölelim” diyen yaşlı insanların yaşadığı bir yer olduğunu varsayabiliriz. Sokaklarda dolaşan tek tük insana rastlayabiliyorsunuz. Burası rehberimizin ifadesiyle gerçek bir Sovyet şehri prototipi olarak kalmış. Hakikaten 30 yıldır hiç ellenmemiş haliyle Çernobil, sizde zamanda geri gittiğiniz izlenimini uyandırıyor. Bu izlenimi daha da pekiştiren şey, şehir çıkışında karşılaştığımız Lenin heykeli. Rehberimizin ifadesine göre Ukrayna sınırları içinde hala ayakta duran son Lenin heykeli olabilirmiş bu. Çernobil kasabası boyunca radyasyon 0.20 µS/h civarındaydı.
Turun en enteresan yerlerinden biri de Sovyetler dağılana dek tüm dünyadan saklanan meşhur erken uyarı sistemi DUGA’ydı. Ana yoldan ayrılıp dar bir yoldan ormanın derinliklerine giderek oraya ulaştık. Gerçekten göz alabildiğine uzanıp giden, yüksekliği belki 100 metre, genişliği ise 1.5 km civarında olan devasa bir anten sistemi DUGA. Aynı zamanda yanında apartmanlardan oluşan bir çeşit lojman vardı, buraya Çernobil-2 demişler zamanında.
DUGA’nın etrafı kumlarla kaplıydı, rehbere sordum, patlamadan sonra buradaki radyoaktif toprağın kazındığını, yerine kum doldurulduğunu söyledi. Herhangi bir işlevi kalmamış anten sistemini sökmenin imkansız olduğunu, yıkmanın ise kaldıracağı müthiş toz bulutunun patlamadan sonrakine benzer bir radyoaktif toz bulutu niteliği taşıyacak olmasından ötürü (daha yarılanması bitmemiş radyoaktif izotoplar hala toprakta bulunuyor nitekim) mümkün olmadığını, özetle kendi kendine yıkılana dek buranın böyle kalacağını anlattı, tıpkı bölge içindeki diğer harabeler gibi. Bu arada radyasyon seviyesi 0.25 µS/h civarlarına gelmişti.
Sonrasında artık tamamen yerle bir olmuş, sadece bir anaokulu ayakta kalmış Kopachi kasabasından geçtik. Anaokulu etrafında rehberin bildiği iki ağacın dibine artık ne düştüyse, “hot spot” olarak tabir ettiği bu ağaçların dibinde akıl almaz radyasyon ölçümleri yaptık, 25 µS/h gibi sayıları buldu Geiger sayaçları.
Artık sırada Çernobil Nükleer Santrali vardı, ama ondan önce santral yemekhanesine uğrayıp önceden parasını ödediğimiz tabldotu yedik. Tur ayarlanırken yemek isteyip istemediğiniz soruluyor). Santralin 4. reaktör dışında kalan reaktörleri 2000’e dek çalışmaya devam etmiş, yani birçoğunuzun düşüneceği gibi patlamayla birlikte derhal durdurulmamış. Şimdi de artık dökülen, iyiden iyiye sızıntı yapan eski “surların” (sarcophagus) yerine yeni ve modern bir kaplama sistemi yapılıyor. Çernobil santralinde hala çalışan bol miktarda mühendis ve işçi var. Rehberin dediğine göre 15 günlük vardiyalarla orada bulunuyorlar. Yemekhane onlar için… Yeri gelmişken radyasyonun etkilerinin anlık değil, zamana bağlı oluştuğunu yani mevzunun yüksek radyasyonlu bir yere girmekten ziyade orada uzun zaman geçirmeye bağlı olarak ortaya çıkması olduğunu belirtmek isterim. Elbette ölümcül bir radyasyon dozu var, patlamadan sonra en yakındaki mühendisler ve itfaiyeciler bu doza doğrudan maruz kalan kişiler. Ölümcül doz olduğu söylenen 400 Röntgen’in çok üzerinde radyasyona maruz kalmış bazıları. Ama felaketin olduğu 26 Nisan 1986 günü ARS (akut radyasyon sendromu) nedeniyle ölen sadece 2 kişi var. Ölümlerin çoğu birkaç hafta içinde gerçekleşmiş, bazıları aylar, hatta yıllar sonra hayatını kaybetmiş. Ama artık radyasyonun ateşi büyük ölçüde sönmüş diyebiliriz, her ne kadar tamamen sönmesi yüzyıllar sürecek olsa da.
Yemekte lahana çorbası tarzı bir sebze yemeği, tatlı, komposto vs vardı, fena değildi. Her gün yemek şirketinden gelen öğle yemeğine talim eden beyaz ve mavi yakalıların alışkın olduğu türden. Yemekhaneye girmeden önce hepimiz X-Ray cihazını andıran radyasyon dedektöründen geçtik. Elleri iki yana yerleştirip, iki ayağı da belirtilen yere koyunca vücudun herhangi bir bölgesinde yüksek radyasyon yayımı var mı, bu kontrol ediliyor. Makinenin üzerinde bir vücut diyagramı var, rehberin söylediğine göre eğer radyoaktif olan bir organımız varsa o bölgeyi görebiliyormuşuz. Tehlike yoksa yeşil bir ışık yanıyor, devam ediyorsunuz.
Rehberimiz yemekhaneye girmeden önce çıkışta yanımıza bir miktar ekmek almamızı, kedibalığı beslemeye gideceğimizi söylemişti, ekmeklerle birlikte ayrıldık. Santral kompleksinin hemen arkasında bir nehir akıyor, santral aktifken soğutma amacıyla kullanılıyormuş. Bu nehrin üzerinde küçük bir demiryolu köprüsü kurulmuş, oradan bazılarının boyları 2 metreye ulaşan devasa kedibalıklarını yemledik. Dışarıdan görüntüsü insanda Jaws hissiyatı yaratan bu hayvancağızları beslemek Çernobil’e gelmenin olmazsa olmazlarındanmış. Buradan sonra turun en radyoaktif yeri geliyor, patlayan malum 4 numaralı reaktör ve etrafındaki duvar. Reaktörün en yakınına gelebileceğiniz nokta, Çernobil Anıtı’nın bulunduğu yer yani, reaktöre yaklaşık 300 metre uzaklıkta. Tur otobüsünden iner inmez bütün Geiger sayaçları deli gibi ötmeye başladı, nitekim dış ortam radyasyonu 3 µS/h seviyesine çıkmıştı. Burada belki de Sovyetler Birliği ve dünya tarihini tarihini tamamen değiştirmiş (Tur otobüsüyle gelirken izlediğimiz belgeselde zamanın SSCB lideri Mihail Gorbaçov, patlamanın ve sonraki sürecin devlete maliyetinin 17 milyar ruble olduğunu, o zamanlar 1 rublenin 1 dolara eşit olduğunu, yani SSCB ekonomisini çok ciddi bir krize soktuğunu anlatıyordu, devletin yıkılmasında payı olduğu düşünülebilir) kazanın olduğu reaktörü, artık dökülüp darmadağın olmuş 30 yıllık sarcophagus’u, yine fotoğraf çekmenin yasak olduğu karakolu ve inşaatı devam eden modern sarcophagus’u görebiliyorsunuz. Tabii nükleer reaktör etrafında radyasyon hala çok yüksek olduğundan bu inşaat birkaç yüz metre ötede sürdürülüyor. Devasa bir iftar çadırını hatırlatan yeni ‘kılıf’ tamamlandıktan sonra bir raylı sistem yardımıyla reaktörün üzerine doğru kapatılacakmış. Bu yeni koruma kalkanının 1000 yıl dayanması bekleniyormuş.
Dediğim gibi tur boyunca ‘hot spot’ları saymazsak radyasyonun en yüksek olduğu bölge burasıydı haliyle. Bu nedenle 5 dakika durup fotoğraf çektikten sonra ayrıldık.
Ve sonra belki de bu tur boyunca görmeyi en çok istediğim yer, Pripyat şehrinin giriş anıt-levhasına geldik. Şehre sadece 2-3 kilometre kalmıştı. Bu noktada Pripyat tarihini kısaca anlatmak gerektiğini sanıyorum. Pripyat, 1970’te sadece nükleer santralde çalışan mühendis ve işçilerle onların ailelerinin yaşaması için kurulmuş bir şehir. Koskoca Sovyetler Birliği’nin en önemli enerji kaynağında ülkenin en kaymak tabaka mühendislerinin çalıştığını da varsayabiliriz, bu nedenle şehir zamanının en modern, belki Sovyetler Birliği’nin başka hiçbir yerinde bulunmayan imkanlar ve tesislerini de içerecek şekilde yapılmış. 1986’ya gelindiğinde şehir nüfusu 50 bin’e dayanmış. 26 Nisan 1986’da 4. reaktörde gerçekleşen patlamadan 30 saat sonra şehir, halkın 2 saatte sadece en gerekli eşyalarını yanlarına almasının ardından otobüslerle boşaltılmış ve Pripyatlılar için yüzyıllarca sürecek bir sürgün başlamış.
Artık sadece hayvanların ve devasa bir ormanın bulunduğu bu yerde bir zamanlar insanların yaşadığını bilmek birşey, bu yerin bir zamanların örnek şehircilik anlayışının bir numaralı temsilcisi olduğunu öğrenmek daha başka… Rehberimiz bize Pripyat’ın Sovyetler Birliği’nin ideal şehir yapısını yansıtacak şekilde yapıldığını söyledi ama daha etkili olan, dönüşte biraz izlediğimiz o Pripyat tanıtım filmiydi. Türkiye’de görmeye çok alıştığımız o yeni toplu konut-site reklamları gibiydi adeta. Bilmem kaç bin liradan başlayan taksit imkanları kısmı eksikti bir tek. Yeşil alanlar, parklar, çocuk oyun alanları gibi bu tür sitelerde yer alan her şey Pripyat’ta vardı. Meşhur yüzme havuzunun da bulunduğu “Energetik” spor kompleksi, Polissya Oteli, resmi olarak açılamadan kalmış, bir kez bile oradaki çocuklar için çalışamamış, şimdi sadece şuursuz radyasyon turistlerinin bindiği çarpışan arabalar ve adeta gözlerinizi yaşartan o yalnız dönme dolap, çürüyen ve dökülen tahta sıralarıyla stadyum, nükleer kazayla ilgisiz bir şekilde yerlere yayılmış gaz maskelerinin zamanın tüm ağırlığını ve tozunu taşıdığı okul binası, yüzyıllar sonra o bölgenin de yerleşime yeniden açılacağı gün geldiğinde muhtemelen enkaz olacak. Şehrin yüksek bir yerinde gördüğüm o muhteşem manzara, zaten şimdiden ağaçlara yenik düşmüş bir şehrin insanlardan uzak kalınca nasıl doğa tarafından geri alındığını kanıtlar gibiydi. Bu şehir yüzyıllar sonra tekrar yaşanır hale geldiğinde, o günü bizzat görmüş, yaşamış, radyoaktif toz bulutunun veya yeraltına sızmış atıkları taşıyan suların gittiği yerlerde binbir tedirginlik ve şüpheyle hayatına devam etmiş, en kötü ihtimal insanlık tarihinin en büyük radyoaktif felaketini televizyondan duymuş milyarlarca insanın kemikleri bile kalmamış olacak. Neslimizi tüketmeyi başaramış olursak geleceğin insanları, benim dolaştığım antik kentlerde yaptığım gibi -o kadar zaman sonra ormanın içinde eriyip yiteceğini tahmin ettiğim- yıkıntılara bakıp “burayı bu hale getirmiş tüm o insanlar için hayattaki en önemli şey neydi” sorusunu soracaklar mı acaba? Yüzyıllar önce insanlar para, şan, şöhret, rahat peşinde koşuyorlardı. Bugün de üç aşağı beş yukarı öyle olduğunu düşünüyorum. Yüzyıllar sonra bir ideolojinin veya sistemin parçası olarak değil, içinden gelerek daha azla yetinmeyi, paylaşmayı bilecekler mi insanlar? Kendilerine kalan korkunç mirastan dolayı bize ne kadar küfredecekler acaba?
Bölgede bina içlerine girilmesi yasak olduğundan ortada dolaşan polislerle arada karşılaşmak mümkün. Bina içlerine girmek rehberin inisiyatifinde, ama net olarak yasak olduğunu söyleyeyim fazla ayrıntıya girmeden. Onun dışında bizim gibi tek tük turistler ve mümkün olan her boşluktan, her delikten fırlayıp kocaman olmuş ağaçlarıyla Pripyat, gerçekten dünyada yaşanmış açık ara en büyük radyoaktif felaketin (Fukuşima’da 0.9 EBq, Çernobil’de 5.2 EBq radyasyon açığa çıkmış, en öldürücü radyoaktif izotopların başında gelen sezyum-137, Fukushima’nın 8 kat fazlası olarak salınmış. Hem Fukuşima, hem Çernobil’deki radyasyon yayılımı, Hiroşima’daki atom bombasının bilmemkaç yüz katı. Tabii net rakamlar vermek çok zor, nitekim ikisi de radyasyon yaymaya devam ediyor) izlerini taşıyor ama bir yandan da insan doğanın kendisini bu kadar hızlı toplamasına da şaşırıyor.
Artık bölgeden çıkış saati yaklaşmıştı ve yola koyulmalıydık. Hayatımda ilk kez bu tür bir tura katıldığım için mi bilinmez, aramda tuhaf bir bağ oluştuğunu hissettiğim tur arkadaşlarımla minibüse bindik. Nükleer santralin yanından son kez geçerken sağımızdaki Kızıl Orman’ı (Red Forest) hatırlattı rehber, sayaçlarımızı cama dayamamızı söyledi. Hakikaten gezinin belirli küçük noktaları hariç hiçbir yerinde görmediğimiz derecede yüksek sayılar gösterdi sayaç. Son sürat geçtik kimbilir kaç yüzyıl insanları yanına yaklaştırmayacak güzelim ormanın yanından… En son da belki bütün bu trajedinin en büyük kahramanları olarak anılan itfaiyecilerin aileleri tarafından yaptırılan anıtın yanında durduk. Acaba o yangına giden itfaiyeciler kendilerini öldürecek dozda radyasyona maruz kaldıklarını, artık bunun dönüşü olmayacağını ne kadar idrak edebilmişlerdi? Sovyet ekolünün müthiş görev bilinci miydi, cehalet miydi, ekmek parası mıydı, neler geçiyordu akıllarından? Bu oldukça etkileyici anıtla ölümsüzleşmiş sıradan insanlar acaba kahraman olup mezarda kazandıkları nişanları, hala hayatta olabilmeye değişirler miydi? Soru çok saçma, elbette değişirlerdi. Sorun bu tür trajedilerin ortak yanı, yine yanlış zamanda yanlış yerde bulunmaktan ibaret belki de.
Bölgeye girerken durduğumuz 2 kontrol noktasından çıkarken tekrar radyasyon dedektöründen geçtik. Yemekhanedeki dedektörün aynısındandı bunlar. Benimle birlikte herkes temiz çıktı ve Kiev’e dek bir daha durmamak üzere minibüse bindik. Tempolu ve dolu dolu bir gezi olduğundan bazıları hemen uyuyayakaldı. Benim de içim geçene dek hayatımda bir daha hiç yaşayamayacağım, bir daha benzerini hiç göremeyeceğim -ve görmeyi de istemediğim- bir yeri, başlı başına hatıralar deposu olan bu bölgeyi, hiçbir zaman unutamayacağım bir bölgeyi görmüş olduğum düşüncesi aklımdan geçiyordu. Yüklendiğimiz 3 µS radyasyonun çok daha fazlasını yanımda götürdüğümü biliyordum.
İletişim
Bu yazıyla ilgili sorularınızı, yazıya yorum yaparak bana iletebilirsiniz. Ancak sizden ricam, önceki yorumları da okumanız, belki de aynı soru önceden sorulmuştur.
7 Yorum
Yunus Emre PEHLİVAN
İnanılmaz derecede güzel anlatmışsınız açıkcası ben böyle bir turun olduğunu bile bilmiyordum. Şu sıra yayınlanan Chernobyl dizisinden de etkilenerek tekrardan Sovyetler Birliği’ni araştırmaya başladım. Yazı için teşekkürler. Umarım bize de bu turu gerçekleştirmek nasip olur.
Geç Kalmış Yolcu
Merhabalar Yunus Emre Bey,
Güzel sözlerinizden ötürü çok teşekkür ederim size. Söz konusu diziyi izlemedim, ancak izlemiş arkadaşlarım vasıtasıyla haberim oldu ve onların sözlerine bakarak ne kadar önemli bir gezi gerçekleştirdiğimi tekrar anladım.
Umarım oraları bir gün kendi gözlerinizle görebilme imkanınız olur. İyi günler dilerim.
gerek yok
Yaziyi cok begendim.
Elinize gezinize saglık.
Nedendir bilmem Bende de (cocuklugumuz o doneme geldiginde midir bilmem) prıpyat bir merak olmustur.
Insanların mahvettigi dunyaya en azından 30 sene kimsenin dokunmadıgı ve hala eski bir rejimin izlerini cokca tasıyan bir yeri dolasmak guzel olsa gerek…
Bu kadar meraga ragmen o radyasyon bolgesine girebilir miydim bilmiyorum
Tekrar tesekkurler
davranb
Ben de size teşekkür ederim. Gerçekten dünyada ikinci bir Pripyat yok, ne kadar etkileyici olduğunu kelimelerle anlatmam zor. Belki de birçok kişide bir gitme tedirginliği olması daha iyidir, böylece her şey olduğu gibi kalabiliyor ve doğa geri alabiliyor verdiğini…
Ben teşekkür ederim tekrar, iyi günler dilerim.
davranb
Çok teşekkür ederim güzel sözleriniz için. Dediğiniz gibi hiç unutmayacağım bir gün yaşadım orada, dünyada bu kadar vurucu başka hiçbir örneği olmayan bir yere gitmenin hissi, herhangi başka bir yere gitmeye pek benzemiyor. Kesinlikle en unutulmaz seyahatlerimden biri oldu, bir de Lübnan’da Baalbek’e gidişim var o da çok acayipti 🙂
aysetravels
Yazınızdan çok etkilendim… İnsanoğlunun kendini çok önemseyerek büyük büyük işlere kalkışmasını ne güzel anlatmışsınız. Herhalde sizin için de hayatınızın en unutulmaz seyahati olmuştur.
Geri bildirim: