
Londra’da gezilecek yerler – Güneş batmayan imparatorluğun başkentinden notlar
Bir zamanlar sadece İngiltere’nin ve Birleşik Krallık’ın değil, belki de bütün dünyanın başkenti olmuş bir şehirden, Londra‘dan söz ederken, orada gezilebilecek yerleri anlatırken iddialı olmaktan kaçınmamız gerekiyor. Bir zamanlar güneşin batmadığı bir imparatorluğun merkezi olarak sınırsız bir zenginliğin aktığı, dünyanın her köşesinden insanın bildiği yerlerin, müziklerin, kitapların, teknolojilerin kaynağı olabilmiş bir yer.
Günümüz Londrası, her ne kadar dünya başkentliği unvanını bir parça New York’a kaptırmış olsa da halen 72 milletten insanın yaşadığı bir yer. İstanbul’u saymazsanız Avrupa’nın en kalabalık şehri, artık şehirle bütünleşmiş dış mahallelerini de kattığımızda 15 milyondan fazla insanın yaşadığı gerçek bir metropol. Ancak bu büyük nüfusa ve geniş alanına rağmen çok gelişmiş ulaşım imkanlarıyla, her tarafında ayrı bir görülesi yeriyle haftalarca gezseniz bile bir yerlerin eksik kalacağı, çok muazzam bir şehir. Yukarıda da söylediğim gibi, Londra’da gezilecek yerleri anlatırken çok çok az bir kısmını kapsayabileceğimin farkında olarak naçizane kendi bilgi ve tecrübelerimi sizlerle paylaşmaya başlamak istiyorum.
Bu yazıdaki fiyatlar Eylül 2025 itibariyle geçerlidir, o esnada 1£ yaklaşık 55 TL’ye eşitti.
Londra’ya nasıl gidilir?
Londra’ya gidebilmek için elbette Büyük Britanya vizesine sahip olmanız gerekiyor. Sadece bordo değil, yeşil pasaport sahipleri için de bu zorunluluk bulunuyor. Bu durumu Brexit’e bağlamayın, AB’den ayrılmadan önce de Büyük Britanya Schengen bölgesine dahil değildi ve yeşil pasaport sahipleri dahil tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları yine vize almak zorundaydı. Ankara’dan Birleşik Krallık vizesi alma süreçlerini detaylı şekilde anlattığım yazıyı okumanızı öneririm.
Londra’ya İstanbul’dan gün içinde çok sayıda sefer düzenleniyor. THY, Pegasus ve AJet şirketlerinin düzenli Londra seferleri bulunuyor. Yabancı firmalardan da British Airways, EasyJet ve Wizz Air’ın Türkiye’den direkt seferleri bulunuyor ki özellikle ucuz bilet arayışı içinde olanların bir de Wizz Air’a göz atmalarını tavsiye ederim.
Türkiye’den Londra’ya yapılan bütün uçuşlar, sezonsal Bodrum, Dalaman vs. uçuşlarını ve haftanın belirli günleri Ankara, Antalya ve İzmir’den kalkan Ajet, Pegasus ve SunExpress uçuşlarını saymazsak İstanbul ve Sabiha Gökçen Havaalanlarından gerçekleşiyor.
Tabii ki Londra gibi büyük bir şehre hizmet eden 1’den fazla havaalanı bulunmasını beklemek doğal. Ancak Londra’da irili ufaklı tam 6 tane uluslararası majör havaalanı bulunuyor. Bu yönüyle bana Moskova‘yı hatırlattığını söylemem gerekir. Bu havaalanlarından Heathrow, Avrupa’nın en yoğun havaalanları listesinde her zaman tepelerde yer alan, son derece önemli, tarihi bir yer. THY ve British Airways buraya uçuyor.
Gatwick, Heathrow kadar olmasa da oldukça yoğun, Avrupa’nın en yoğun havaalanları listesinde ilk 10’a girecek kadar yoğun olmasıyla şehrin ikincil havaalanı konumunda. THY ve SunExpress buraya seferler yapıyor. Londra’dan çok güney sahiline, Brighton tarafına yakın bir konumda.
Stansted şehrin üçüncü yoğun havaalanı, burası da merkezden biraz uzak olsa da Türkiye’den ucuz uçakların indiği bir havaalanı. Ajet, Pegasus ve SunExpress’in buraya farklı şehirlerden seferleri oluyor.
Luton yine düşük maliyetli havayolu şirketlerinin tercih ettiği bir havaalanı ve Türkiye’den buraya da uçuşlar bulunuyor. Bu 4 havaalanının haricinde London City ve Southend Havaalanlarını da anmış olayım.
Londra Heathrow Havaalanından şehir merkezine nasıl gidilir?
Eğer Londra’ya Heathrow Havaalanı üzerinden giriş yaptıysanız, şehir merkezine gidebilmek için birkaç mantıklı yol bulunmakta. Acelesi olanlar için en iyi tercihin Heathrow Express olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim adı gibi ekspres olarak, hiçbir istasyonda durmadan 15 dakikada merkezdeki Paddington İstasyonu’na kadar ulaşabilmenizi sağlıyor. Tek yön gidiş ücreti 25£. Ancak şehir merkezinde gitmek isteyeceğiniz yere göre banliyö tren hattı Elizabeth Line veya metro hattı Piccadilly Line‘ı seçip, ara bir duraktan istediğiniz bir başka hatta aktarma yapabilirsiniz, böylelikle belki biraz daha yavaş, ancak çok daha hedefli bir şekilde gitmek istediğiniz yere ulaşabilirsiniz. Tren istasyonu havaalanının altında bulunuyor, ancak yer altında 5-6 dakika yürümeniz gerekiyor metro durağına ulaşana kadar.
Heathrow’dan otobüsle de merkeze ve başka şehirlere gidebilmeniz mümkün. Havaalanı içindeki Heathrow Central otobüs durağından kalkan otobüslerle de 24 saat ulaşım sağlanabiliyor.
Londra Stansted Havaalanından şehir merkezine nasıl gidilir?
Merkezin neredeyse 70 kilometre uzağında olduğunu düşündüğümüzde Stansted Londra’da bile sayılmayabilir. Lakin Londra’nın ne kadar mega bir şehir olduğunu gördüğünüzde bunun çok da önemli olmadığını anlıyorsunuz. Zaten bu havaalanının da tıpkı diğerleri gibi merkeze gelebilmek için çok gelişmiş imkanları var.
Birinci seçenek olarak Stansted Express adlı treni söyleyebilirim. Adından da anlaşılacağı üzere sadece ve sadece Stansted ile Londra merkezi bağlamak üzere tasarlanan bu trenin biletlerini gidiş dönüş şeklinde internetten alırsanız önemli bir indirimi yakalamış olursunuz. Yolculuk tek yönde 45-50 dakika civarında sürüyor. Terminal binasının altında bulunan istasyondan Express’e binebilirsiniz. Trenin Londra yönünde son durağı, merkezin hafif kuzeydoğusunda kalan Liverpool Street İstasyonu. Liverpool Street için hem yer üstü hem yer altı trenleri bulunuyor, ulaşması kolay bir istasyon olduğunu söyleyebilirim.
Stansted’e otobüslerle de ulaşım mümkün, ancak trene göre çok daha yavaş bir yoldan gitmiş olursunuz. Flibco ve National Express otobüs firmalarının sitelerini inceleyebilirsiniz. Yol Londra’dan çıktığınız yere bağlı olarak 1.5 saat sürebiliyor.
Hazır Stansted’den bahsediyorken şöyle bir not iletmek isterim, eğer Türkiye’ye dönüş uçağınız da Stansted’den kalkıyorsa havaalanındaki uçağa biniş kapılarının farklı binalarda bulunduğunu aklınızda tutun. Yani check-in yaptığınız, bagajınızı verdiğiniz, güvenlik kontrolünü geçip duty free alanında dolaştığınız binada değil, duty free alanını geçtikten sonra karşınıza çıkacak sürücüsüz trene binmeniz gerekiyor. Uçağınızın kapısına göre 1. veya 2. kapıda ineceksiniz (eğer kapı numaranız 1-19 arasıymış 1. durak, 20 ve üzeriyse 2. durakta inmeniz gerekiyor. Bu tren çok beklemetden geliyor, yine de duty free alanında fazla oyalanmamanızı, işinizi bitirdikten sonra trene binip kapınıza gitmenizi tavsiye ederim.
Londra’da gezilecek yerler
Açıkçası Londra’da gezilebilecek bütün yerleri tek bir yerde toplayabildiğini kim iddia edebilir, şüpheliyim. Belki de bütün dünyada görülesi en çok müzesi, parkı, tarihi yeri olan şehir Londra’dır. Ben de bu zenginliği düşündüğümde Londra’da görülebilecek bütün yerleri listeleyebilmenin yanından bile geçemeyeceğimi biliyorum. Yine de kendi gördüğüm veya görmeyi istediğim yerleri burada sıralamak isterim.
British Museum
Sadece Londra’nın değil, bütün dünyanın en meşhur müzelerinden bir tanesi British Museum hiç şüphesiz. Dünyanın dört bir yanından milyonlarca eserin bulunmasını elbette İngilizlerin güneş batmayan imparatorluğuyla, dünyada arkeoloji nedir bilinmezken eski Osmanlı coğrafyası da dahil olmak üzere farklı farklı yerlerden çıkarıp götürdükleri eserlerle açıklayabiliyoruz. Bu da günümüzde böyle bir müzenin var olabilmesine imkan tanımış.
Bu devasa müzenin koleksiyonu gerçekten de akıllara zarar bir büyüklükte. O kadar çok değerli eser var ki, gelmeden önce iyi bir planlama yapmanız çok kritik olacak. Nitekim normal şartlarda 10-17 saatleri arası açık olan (Cuma günleri 20:30’a kadar açık) böyle bir müzeyi bu sürede hakkıyla gezip bitirmek mümkün değil. Gelmeden önce müzenin resmi sitesindeki haritayı indirip, ayrıca galerileri inceledikten sonra görmek istediğiniz yerleri belirleyip ona göre hareket etmeniz faydalı olur.

Müzenin en bilinen eserleri arasında ilk önce Rosetta Taşı‘nı saymamız gerekir diye düşünüyorum. 3 farklı dilde yazılmış bir kitabe olan bu taş sayesinde hiyeroglif dili çözülebilmiş, Antik Mısır dünyasının kapıları bu sayede ardına kadar açılabilmişti. Onun haricinde Atina‘daki Akropol’de yer alan Parthenon‘un tepesindeki kabartmaların orijinalleri de British Museum’da bulunmakta. Yine Benin Bronzları denen benim daha önce duymadığım ancak burada gördüğüm, Nijerya’da bir saraydan alınıp getirilmiş metal levhalar da oldukça etkileyiciydi.
Müzenin adı British olsa da içinde pek Britanyalı birşey bulunduğunu söyleyemeyiz. Büyük kısmı başka ülkelerden getirilmiş ki Türkiye ve eski Osmanlı coğrafyası bunların önemli bir kısmını oluşturuyor. Halikarnas Mozolesi gibi çok etkileyici bir yapının bütün taş ve heykelleri de burada, Efes yakınlarındaki Artemis Tapınağı‘nın bulunabilen bir sütunu da burada, Anadolu’dan çıkarılmış daha başka sayısız eser de. Ancak müzenin iddiasına göre bunlar hep izinle alınmış. Hatta bazı eserlerin yanında padişah fermanının fotoğrafını bile koymuşlar, padişah “üstünde yazı ve resim olan taşları verebilirsiniz” demiş. Ki bunun gerçekten böyle olduğunu anlatan arkeolog ifadelerini ben de duymuştum.
Burada tabii ki sadece eski Osmanlı coğrafyasından değil, uzak Asya’dan, Afrika’dan, Amerika kıtasındaki yerli halklardan, hatta Okyanusya’daki küçücük adalarda yaşayan topluluklardan on binlerce eser sergileniyor. Saymakla bitmeyecek kadar çok oda ve konsept, arkeolojik ve antropolojik bir bombardımana maruz kalacağınız çok benzersiz bir müze.
İçinde 90 civarında oda bulunan British Museum’un kalıcı koleksiyon kısmına giriş ücretsiz olsa da önceden mutlaka yer ayırtmanız gerekiyor. Bu işi yeterince önceden yapın ki istediğiniz bir günde erken bir saatte içeri girebilmeniz mümkün olsun. Yer ayırtmasanız da içeri girersiniz, sadece açılış saatinde hemen giremeyebilirsiniz. Örneğin bizim giriş saatimiz 10:30’du, o saatte kapıdaydık, küçük bir kuyruğa girdik ve kimse rezervasyonumuza bakmadı bile. Müzenin bazı deki geçici sergileri ziyaret etmek isterseniz bazılarının ücretli olduğunu da söylemem gerekir.
British Museum’a metroyla gelecekseniz Piccadilly Line’ın Russell Square veya Northern ve Central’ın Tottenham Court Road duraklarında inebilirsiniz.
Westminster Manastırı (Westminster Abbey)
Londra’nın St. Paul Katedrali ile birlikte en meşhur dini yapısı diyebileceğimiz Westminster Abbey, yıllar içinde İngiliz kraliyetinin en önemli törenlerinin yapıldığı, aynı zamanda kralların en prestijli İngilizlerin gömüldüğü yer haline de gelmiş. Dolayısıyla dini fonksiyonlarının çok ötesinde bir kimliğe kavuşmuş.

11. yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan manastır, ilk yapıldığında bir Katolik kolu olan Benedikten’lere aitmiş. Ancak Reform hareketleri sonunda kraliyet dini değişince buranın niteliği de biraz değişmiş. Zaman içinde yapılan eklemelerle de bugünkü müthiş gotik görüntüsüne kavuşmuş. Manastırın içi sayılamayacak kadar çok mezar ve anma plakasıyla, heykellerle ve tabii ki lahitlerle kaplı. 16. yüzyıla kadar çok sayıda kral, kraliçe ve hanedan üyesi buranın içinde farklı şapellere gömülmüş. Ancak burada bir sürü meşhur İngiliz’in mezarı da bulunuyor. Bizim ismini bilmemize imkan olmayan sayısız komutan, denizci, sömürge valisi ve diğer önde gelen şahsiyetlerin mezar taşları ve anma plakalarını sağda solda göreceksiniz. Manastır içinde farklı odalar ve şapeller bulunmakta. En etkileyicisi muhtemelen 7. Henry Şapeli’dir. Acayip ince işlemeli tavan süslemeleri insanın başını döndürecek cinsten.
Bizim daha iyi tanıdığımız çok sayıda sivil insanın da mezarları burada. Özellikle birbirine çok yakın konumlarda bulunan 3 önemli bilim insanı Isaac Newton, Charles Darwin ve yakın zamanda ölen Stephen Hawking’in mezarlarını gözden kaçırmayın. Onun haricinde şairler köşesi de (Poets’ Corner) birçok tanınmış edebiyatçının adının yazdığı bir yer, orası da dikkatinizden kaçmasın. Sinema oyuncuları ve diğer başka sanatçıların anı plakaları da bu köşeye yakın. Bunlar haricinde meçhul asker mezarını, onun hemen arkasındaki Churchill anı plakasını ve çıkış kapısının hemen yanında duran taç giyme sandalyesini (Coronation Chair) görmeden geçmeyin. Sandalyenin hikayesi ilginç, 1296’dan beri bütün monarklar bu sandalyeye oturarak taç giyiyorlar. Ahşaptan, üzerine harfler kazınmış bu sandalyenin sembolik değeri oldukça büyük.
Günümüzde tahttaki Windsor Hanedanının iki önemli kraliyet olayı için Westminster Abbey kullanılıyor: taç giyme törenleri ve evlilikler. Mesela 2. Elizabeth ve oğlu 3. Charles’ın taç giyme törenleri Westminster Abbey’de yapıldı. Aynı şekilde gelecekte kral olması beklenen William’ın Kate Middleton ile evlilik töreni de burada gerçekleşmişti.
Bir manastırdan fazlası diyebileceğimiz manastıra giriş ücreti 30£. Önceden bilet almak isterseniz resmi sitelerinden gün ve saat seçip biletinizi alabilirsiniz. Bilete sesli rehber dahil, girişte almayı unutmayın. Buraya metroyla gelmek için Circle, District ve Jubilee Line’ın Westminster metro durağını kullanabilirsiniz.
Ayrıca aklınızda olsun, burası halen aktif bir ibadet merkezi olduğunda günde birkaç kez ziyaretçiler de içerideyken ayinler yapılıyor. Bu esnada ayak altında bir yerde kaldıysanız sizi başka bir yere dehleyebiliyor orada bulunan rahipler ve rahibeler.
Parlamento Binası (Palace of Westminster)
İngiliz İmparatorluğu ve bugünün Birleşik Krallık siyasetinin belki de kalbinin attığı en önemli yer Westminster Sarayı. Nitekim burası bir kraliyet sarayı olsa da eskiden beri bugünkü Birleşik Krallık parlamentosunun öncüllerine ev sahipliği yapmış. Dünya tarihini etkilemiş birtakım kararlar burada alınmış. Adını haberlerde hep duyduğumuz Avam Kamarası ve Lordlar Kamarası burada toplanıyor.
Parlamento’nun en önemli, en tarihi yeri Westminester Hall denilen salon. 11. yüzyılda yapılan ve yaklaşık 1000 yılda çok sayıda yangın ve bombardıman yüzünden orijinal yeri neredeyse kalmamış sarayın nadir aslına yakın yerlerinden bir tanesi bu salon. Churchill’den Kraliçe 2. Elizabeth’e dek birçok önemli şahsiyetin cenazeleri esnasında tabutları buraya konulmuş ve halk tarafından son kez ziyaret edilmiş. Sonra cam vitrayların, renkli zemin seramiklerinin ve başbakan heykellerinin de bulunduğu çok çeşitli odalar görülebiliyor. Bazı şeyler günümüzde çok sembolik bir hale gelmiş olabilir, yine de her vatandaşın girme hakkı bulunan bu mecliste milletvekilleriyle buluşulabilen lobiler, vekillere mesaj bırakılabilen kutuların bulunması, oldukça alıştığımızın dışında bir durum benim açımdan.
Oldukça ışıltılı Lordlar Kamarası da, daha mütevazı Avam Kamarası da bu ziyarette görülebiliyor. Ayrıca kralın geldiğinde kaldığı odalar, yürüdüğü yollar da görsteriliyor. Farklı hanedanlardan kralların, kraliçelerin, bunların yanında başbakanların tablo ve heykellerinin bulunması büyük bir tezat gibi görünse de Birleşik Krallık, meşrutiyeti uzun zamandır koruyabilmeyi başarıyor.

Westminster Abbey’nin çok yakınında bulunuyor, Big Ben saat kulesi de zaten buranın bir parçası.
Bununla birlikte, burası aktif bir parlamento olduğu için acil gündemler veya başka sebeplerden ziyaretler iptal edilebiliyor. Maalesef önceden rezervasyon yapmama rağmen gidişime sadece 3 gün aldığım e-postayla ziyaretimin iptal edildiğini öğrendim. Gerekçesi pek açık değildi, ama anladığım kadarıyla binadaki yol ve merdivenlerin, içerideki ulaşım yollarının kontrolüne dair bir durum olmuş. İlk başta bunun benimle ilgili olduğunu, özgeçmişimde bir falso gördükleri için iptal ettiklerini düşünsem de o hafta benim durumumdaki herkes için kapatıldığını öğrenmek, biraz iyi hissettirdi doğrusu. Zaten bilet ücretinin iadesini 7-10 iş gününde yapacaklarını söylemelerine rağmen sadece 2 günde iade yapılması da moralimi düzeltti. Ben de sonuç olarak sanal turla yetindim.
Bu arada Parlamento binasına giriş ve “audio tour” dedikleri sesli rehber (audio guide) yardımıyla kendi başına dolaşarak gezmenin ücreti 27£. Rehberli gezinin ücreti daha yüksek. Burası haftanın bir günü (cumartesi) halkın ziyaretine açılıyor. Kendim için bir işe yaramasa da önceden yer ayırtmanızı tavsiye ederim.
Buckingham Sarayı
İngiliz Kraliyet Ailesi’nin yaşadığı ana saraylardan bir tanesi, belki de en bilineni Buckingham Sarayı. Yılın büyük bölümünde sadece dışarıdan görülebilir olsa da Temmuz ve Eylül ayları arasında ziyarete açık. Biz de o döneme denk gelmişken görelim diyerek rezervasyonumuzu yaptırdık.
Şöyle genel düşüncemi paylaşayım, muhtemelen Avrupa’da Buckingham’dan çok daha etkileyici pek çok saray görmüşsünüzdür. Versailles’ı ben hemen söyleyebilirim örneğin. Ancak halen devam eden bir krallık olması, popüler kültürde yerinin büyüklüğü ve İngiliz kraliyet figürlerine aşinalığımız nedeniyle burası merak edenler için görülesi bir yer haline geliyor.
Sarayın yan tarafında bulunan C kapısından giriş yaptıktan sonra havaalanı tarzı bir güvenlik kontrolünden geçerek saraya girebiliyorsunuz. Ardından audio guide’ınız veriliyor. Sarayın içinde fotoğraf çekmek yasak, kralla papaz olmak istemiyorsanız böyle birşeyi denemeyin. Sarayın içinde kraliyetin resim ve heykel koleksiyonunun sergilendiği odalardan geçiyorsunuz. Ayrıca önemli olaylara sahne olan salonları görüyorsunuz. Örneğin krala bir devlet başkanı ziyarete geldiğinde kabul edildiği salonlar, yemek verilen salonlardan geçiyorsunuz. Kral 3. Charles’ın gittiği her ziyarette yanında götürdüğü ressama çizdirdiği tablolar da sergileniyor. Kralın ziyaretçileri kabul ederken oturduğu tahtı da görebiliyorsunuz. Saray kısmındaki gezini bittiğinde audio guide’ı teslim edip, sarayın kocaman bahçesinde gezebiliyorsunuz. Büyük bir çayırlık alanda özgürce dolaşan kuş ve kazları görebiliyorsunuz. Bu bahçelerde her yıl Britanya’nın önde gelen kişilerin davet edildiği partiler düzenlenirmiş. Biz böyle bir yere davet edilmesek de en azından bahçeyi görebilmiş olduk. Bir de oldukça geniş bir dükkan var, burada kraliyet logosunun işlendiği çeşit çeşit gündelik ve hediyelik eşyalardan satın alabilirsiniz. Çıkmadan önce bahçedeki göleti de görebileceğiniz 10-15 dakikalık bir yürüyüş yapmanız gerekiyor.

Saraya giriş ücreti 32£, kapıda yer bulup bilet alabilirseniz ücret 35£ oluyor. Önceden bilet almak isterseniz sarayın sitesini ziyaret edip uygun tarih ve saat aralığını seçebilirsiniz.
Tate Britain
19. yüzyıl İngiltere’sinin en önde gelen sanayicilerinden olan Sir Henry Tate‘in yaptığı cömert bağışlarla 1897’de kurulan Tate Müzesi, uzun yıllar eski Millbank Hapishanesi’nin eski arazisinde yer almış. Halen de burada bulunuyor. 2000 yılında Tate Modern’ın kurulması ve daha modern konseptli eserlerin buraya taşınmasıyla büyük ölçüde Britanyalı sanatçıların eserlerine ve de başka ülkelerden sanatçıların klasik dönemlerden eserlerine vakfedilmiş daha farklı bir niteliğe bürünmüş. Tabii Tate’in servetini şeker satışı üzerine kurduğu, dolayısıyla şeker kamışı ticaretinden yani plantasyonlarda çalışan Afrikalı köleler üzerinden kurduğu da bir gerçek. Müzede bu konuda bir bilgilendirme tabelası da bulunmakta.

Tate Britain’ın en önemli eserleri tartışmasız bir şekilde İngilizlerin medar-ı iftiharı diyebileceğimiz ressam JMW Turner’a (1775-1851) ait. Turner, dönemin büyük modernleşme hamlelerine, endüstrileşme çabalarına hiçbir şekilde kayıtsız kalmamış bunu resimlerine yansıtmış bir isim. Genç yaşında Kraliyet Akademisi’nin göz bebeği de olmuş, dışladığı zamanları da görmüş inovatif, farklı şeyler denemekten çekinmeyen ve hepsinden önemlisi verimli bir ressam olarak hayatını sonlandırmış. Kendisini Timothy Spall’un büyük bir başarıyla canlandırdığı 2014 yapımı Bay Turner filmini Tate Britain’a gelmeden önce veya geldikten sonra muhakkak izlemenizi öneririm.
Turner ölmeden önce bütün eserlerini İngiliz halkına armağan ettiğini söylediği için yüzlerce tablosu ve bitmemiş bir sürü çalışması müzelere bağışlanmış. Turner’ın dünya çapındaki en büyük koleksiyonu Tate Britain’da bulunmakta. Kısıtlı sanat tarihi bilgimle Ayvazovski’nin deniz ve gemi resimlerine benzettiğim onlarca karanlık atmosferli deniz resmini burada görebilirsiniz. Hele fırtınalı havalarda batmak üzere olan gemileri resmettiği çalışmaları son derece etkileyici. Ayrıca tarihi göndermeleri bulunan resimleri, Londra manzaralarını çizdiği resimleri, Avrupa’nın farklı ülkelerine yaptığı bir çok gezide çizdiği İtalya resimleri de çok güzel.
Müzede Turner’ın çağdaşı John Constable ve daha birçok Britanyalı ressamın eserleri bulunuyor. Bu eserlere bakarak Londra’nın ve genel olarak İngiliz İmparatorluğu’nun gelişimini de gözleyebiliyoruz. Sömürgecilik, İngilizlerin girdiği savaşlar ve bunların toplum üzerindeki etkisine dair eserler müzede bulunuyor. Ayrıca kadın sanatçıların eserlerine de olabildiğince yer verilmeye çalışılmış. 20. yüzyılın sonlarına dek değişen akımlara uygun yapılan resimler, konstrüktivizm veya dadaizm’e ait resimler de burada sergilenmekte. Tracey Emin, Damien Hirst gibi modern sanatçıların eserleri de bulunuyor koleksiyonda.
Tate Britain’a giriş ücretsiz.
Tate Modern
Meşhur Tate müzesinin tersi bir konsepte sahip Tate Modern da kesinlikle görülesi bir modern sanat müzesi. Londra’daki en önde gelen modern sanat müzesi de diyebiliriz. 2000 yılında Tate Britain koleksiyonunun modern kısmının taşınmasıyla kurulmuş.
Eski bir termik santral olan Bankside Enerji Santrali binasına yapılmış olan müze, bu yüzden farklı türden eserlere, devasa enstalasyonlara ev sahipliği yapabilecek alanlara sahip. 4 katlı ve 2 kanadı olan kocaman bir yapı. Dışarıdan bir fabrikayı da anımsatıyor. Neredeyse tamamı 20. yüzyıl ve sonrasına ait eserler tarafından meydana gelen koleksiyonda farklı teknikte ve türde eserler var. Sadece resim değil, heykel ve çok değişik şekillerde enstalasyon ve kolajlar da yer alıyor. Sürrealist, Pop-Art, Soyut sanat ve daha birçok akımdan, farklı milletlerden sanatçıların eserlerini görebiliyoruz. Benim ilgimi çeken bölümler arasında Media Network kısmını sayabilirim örneğin. Burada sergilenen Babel 2001 adlı Cildo Meireles eseri, hayatımda gördüğüm en etkileyici modern sanat eserlerinden biriydi diyebilirim. Bunun haricinde arazi sanatı denen bir türde eserler çıkarmış Richard Long’un çalışmaları beni üzerinde oldukça düşündürdü. Bir de Do Ho Suh’a ait kinetik sanat eseri, Public Figures çok ilginçti. Bu eser bulunduğu yere kendi kendine yürüyerek gelmiş, gerçekten enteresan bir beynin ürünü. Bunlar dışında da çok fazla şey var. Büyük odalara, hatta hangarlara yayılmış çok sayıda eserle müzede 3-4 saatin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Müze içinde Tate Draw adlı, ziyaretçilerin tabletler üzerine kendi resimlerini çizebildiği ve bu çizimleri tişörtlere bastırabildiği bölümler de yer alıyor.

Tate Modern’a giriş ücretsiz. Giriş için rezervasyon yapmaya gerekmiyor, direkt açılış saatinde orada bulunup içeri girebilirsiniz. Buraya gelmek için Circle Line ve District Line metro hatlarının, yer üstünde de Thameslink treninin Blackfriars istasyonunda inebilirsiniz. Thameslink’in Blackfriars istasyonu, nehrin üzerindeki köprüde bulunuyor, buradan Tate Modern’a geliş daha çok daha kolay diyebilirim.
Ulusal Galeri (National Gallery)
Londra’nın Tate müzeleriyle birlikte en önemli sanat müzesinin Ulusal Galeri olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim burası Avrupa’daki muadillerine benzeyen, meşhur ressamların eserlerinden müteşekkil klasik bir sanat müzesi olarak nitelendirilebilir.
Müzede 13. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyıla kadar sanat tarihinin çok farklı dönemlerinden resimleri görüyoruz. Özellikle Rembrandt, Brueghel, Rubens veya Memming gibi Brugge ve Brüksel’de çok sayıda resmini gördüğüm Hollanda ekolünden gelen üstatların tablolarını ve resim sanatına kattıklarını gösteren resimler sergileniyor. Sonra tabii ki Rönesans döneminin Rafael, El Greco gibi önemli isimlerinin daha dini temalı resimlerini görüyoruz. Sonrasında İzlenimcilik ve Dışavurumculuk gibi modern akımlar, natürmortlar, portrelerle devam ediyor. Gauguin, Money ve Van Gogh tablolarını da görebiliyoruz, örneğin Van Gogh’un meşhur sandalye ve ayçiçeği tabloları da koleksiyonda yer almakta. JMW Turner’ın eserlerinin çok büyük kısmı Tate Britain’da olsa da birkaç tanesi burada, hayran olduğu Fransız ressam Claude’un tablolarının yanında asılı. Özellikle 1844’te yaptığı meşhur Batı Demiryolu tablosunda resmettiği buharlı tren ve buna benzer teknololojik gelişmelere ne kadar meraklı olduğunu zaten biliyoruz. Monet’nin meşhur nilüfer tablolarından oluşan bir oda da bulunuyor müzede.

National Gallery, Londra’nın en bilinen merkezlerinden biri olan Trafalgar Meydanı’nın bir köşesinde bulunuyor, ulaşımı gayet kolay. Bakerloo ve Northern Line metrolarının Charing Cross durağında inerek buraya ulaşılabiliyor.
Bu arada Ulusal Galeri’nin bulunduğu binanın bitişiğinde çok benzer konseptte bir de Ulusal Portre Galerisi (National Portrait Gallery) var, burasına giriş de ücretsiz.
Imperial War Museum
Yakın tarihin en büyük imparatorluklarının başında İngiliz İmparatorluğu’nu kuşkusuz sayabiliriz. Dünyanın dört bir yanında toprakları kolonileştirmiş, meşhur güneş batmayan imparatorluğun yaptığı sayısız savaş bulunuyor. Ancak İmparatorluk Savaş Müzesi, 20. yüzyıldaki savaşlara adanmış devasa bir başka müze.

Eski bir hastane binasına yapılmış olan müzede sergiler 1. Dünya Savaşı’yla başlıyor. Savaşa gitmeden önce Avrupa’da oluşan ittifaklar ve ortamın adeta barut fıçısı gibi olduğu anlatılıyor. Savaş tabii ki İngiliz bakış açısıyla aktarılıyor, Çanakkale’deki savunmadan ve bunun İngilizler için çok kötü bir şekilde sonuçlandığından da bahsedilmiş tabii. Savaşla ilgili akla gelecek pek çok materyal burada gösteriliyor. Silahlar, bombalar, savaş bonoları, asker toplamak için kullanılan afişler ve nice eşya gösteriliyor. İşte bu detay seviyesinde 2. Dünya Savaşı ve Yahudi Soykırımı odaları da bulunuyor.
Ayrıca savaş görmüş objeler sergisi ve kendi savaş kahramanlarının madalyalarından oluşan bir koleksiyon gibi farklı türde ama bir şekilde savaşla bağlantılı birçok şey bu müzede sergileniyor. Müzedeki geçici sergilerden bir tanesi diğerlerinden biraz farklıydı. Savaşlarda sistematik şekilde cinsel saldırıya uğramış kadınlar için yapılmış olan sergi benim dikkatimi en çok çeken yerlerden biri oldu. Japonların tecavüz ettiği binlerce Koreli kadın veya Sırpların tecavüzlerine maruz kalmış Boşnaklardan doğmuş çocukların anlatıları, savaş afişlerindeki son derece cinsiyetçi ve kadınları meta haline getirmiş dil bu sergide konu edilmişti. Müzedeki standart alanlardan farklı olduğu için not etmek istedim.
Metroyla gelmek isteyenler için Jubilee Line’ın Waterloo durağında indikten sonra 15 dakikalık bir yürüyüşle ulaşılabileceklerini belirteyim. Giriş ücretsiz.
Greenwich Kraliyet Gözlemevi (Royal Observatory Greenwich)
Hepimiz en kötü ihtimalle lise coğrafya derslerinden 0 meridyeni hikayesini duymuşuzdur. Bu başlangıç meridyeninin Londra yakınlarındaki Greenwich (Griniç şeklinde okunuyor) köyünün tepelerine kurulmuş bir rasathaneden geçtiğini biliriz. Artık Greenwich, Londra şehri tarafından çoktan yutulmuş vaziyette. Dolayısıyla 0 meridyeni ve birçok önemli astronomik ilklerin yaşandığı gözlemevini Londra’ya geldiğimizde biz de ziyaret ettik. Nitekim burası, 1884’teki Washington Konferansı’ndan beri bütün dünyanın ortak şekilde kabul ettiği 0 meridyeninin geçtiği yer.
İngiliz kraliyetinin çok önem verdiği astronomik gözlemlerin neden bu kadar önemsendiğini burada kolayca anlayabiliyoruz. Astronomi, gök cisimlerinin konumunu takip ederek tam zamanı hesaplayabilmek demek. Zamanı hesapladığınız zaman, bir de elinizde meridyen gibi bir referans noktası varsa dünyadaki her yerin konumunu doğru şekilde hesaplayıp harita çıkarabilirsiniz. Haritanız varsa da coğrafi keşiflerde, ticarette, sömürgecilikte herkesin önüne geçebilir, muazzam paralar kazanabilirsiniz. Bütün bunları düşününce Greenwich, şu an olduğu gibi sırf 0 meridyeninde fotoğraf çektirip sosyal medyada paylaşmaya gelen binlerce kişinin düşünebileceğinden fazlasını ifade ediyor.
Gözlemevinde bulunan Flamsteed Evi, gözlemevinin en önemli yeri. Burada gözlemevindeki baş astronom (astronomer royal) ailesiyle birlikte yaşıyormuş. Evin odalarını gezerken aralarında kuyruklu yıldıza adını vermiş Edmond Halley’in de olduğu astronomları tanıyor, ve aileleri ve yaşamları hakkında bilgi edinebiliyoruz. Ancak burada asıl ilgi çekici kısım, alt katlardaki asıl müze kısmı. Meridyen kavramına neden ihtiyaç olduğu, coğrafi keşifler ve kolonicilik açısından ne kadar kritik bir mesele olduğu ayrıntılı şekilde anlatılıyor. Meridyen hesabı yapabilmek için hassas astronomik saatler yapmak gerekmiş, bunun için yarışmalar açılmış, pek çok kişi şansını denemiş. İşte bu saatlerle ve genel olarak saat kavramıyla ilgili de bilgiler veriliyor. Bu acayip saat tasarımları da müzede görülebiliyor. Şehirdeki insanların ve özellikle denizcilerin saatlerini ayarlayabilmesi için her gün öğleden sonra tam 1’de gözlemevi binasının tepesindeki kırmızı bir top aşağı bırakılması gibi halen devam ettirilen enteresan gelenekleri öğreniyoruz. Evin üst katında gözlemlerin yapıldığı sekizgen odayı (octagon room) da görebiliyoruz. Ve tabii ki girişteki binada bulunan ve tam 0 meridyeninden geçen teleskobu kullanarak ölçümlerin nasıl yapıldığını gösteren bir videoyu da izleyebiliyoruz. Ve de zamanın farklı kültürlerdeki yeri ve anlamına dair birkaç oda da, müze dükkanının üzerinde bulunuyor.
Söylediğim gibi, günümüzde Greenwich’in asıl olayı 0 meridyeni ve buradan yapılan paylaşımlar olmuş çıkmış. Meridyen çizgisi üzerinde dikilen turistlerin telefonlarındaki meridyen hesaplama uygulamasını da açıp ekranda 00° 00′ 00″ yazısını görene dek çizginin üzerinde ileri geri hareket etmesini ve sonunda fotoğraf çekmesini izliyorsunuz.
Greenwich Gözlemevi’ne giriş ücreti 24£. Buraya gelince mükemmel Greenwich ve Londra manzaralarını mutlaka görün. Buraya gelmek için merkezden Overground‘un Thameslink hattının Abbey Wood yönüne giden trenine binip Greenwich durağında inmeniz gerekiyor. Sonrasında 15 dakika kadar yürüyüp Greenwich Parkı’ndan geçerek gözlemevine gidebilirsiniz. Bileti önceden almak isterseniz resmi sitesinden alabilirsiniz, biz kapıda aldık.
Greenwich bölgesinde birkaç tane daha bağlantılı yer var, hatta zamanınız varsa bunları da kombine bilet alarak hep birlikte görebilmek mümkün. Parkın aşağı kısmında bulunan Ulusal Denizcilik Müzesi (National Maritime Museum), böyle büyük bir denizcilik mirası bulunan ülkenin farklı coğrafyalardan getirdiği eşyalar ve hikayelerin olduğu bir yer. Deniz kenarındaki tünelin hemen yanında bulunan Cutty Sark adlı gemiyi de güvertesine çıkıp gezebilirsiniz. 1869 yapımı gemi, döneminin en modern gemilerinden biriymiş.
Charles Dickens Müzesi
Dünyada edebiyat ekolü olarak en başta kabul edeceğimiz ekollerden biri olan İngiliz Edebiyatı, yüzyıllardır tarihe geçmiş yazar, şair ve tiyatro yazarları yetiştirmiş. Çok yüzeysel bir şekilde Shakespeare ile başlatsak bile arkasından gelen onlarca efsane yazar çıkmış bu topraklardan. Modern roman yazımı konusunda en öndeki isimleri sayarken Charles Dickens’ı saymazsak kesinlikle hata yapmış oluruz.
19. yüzyılda, Victoria döneminde yaşamış Charles Dickens’ın edebiyat tarihine geçmiş birçok eseri bulunuyor. Oliver Twist anladığım kadarıyla en çok okunan, en çok uyarlanan eseri gibi. Benim çok beğendiğim Büyük Umutlar’ın yanında David Copperfield, İki Şehrin Hikayesi, Küçük Dorrit, Bir Noel Şarkısı gibi sayısız klasiğe imza atmış ve İngiliz Edebiyatı denince akla ilk gelen isimlerden bir tanesi olmuş. İşte Dickens’ın hayatının 2 yılını (1837-1839) geçirdiği Doughty Sokağı 48 numaralı ev, bugün müze olarak ziyarete açık vaziyette.

Müze evde Dickens’ın yemek odasını görüyorsunuz ilk önce. Dickens ve ailesinin oturma odalarını, Dickens’ın çalışma odasını, cüzdan ve tıraş seti gibi kişisel eşyalarını görebiliyorsunuz. Ayrıca Dickens’ın kütüphanesinden bazı orijinal parçaları raflarda görmeniz mümkün. Mesela Robinson Crusoe’yu çok severmiş, bu kopyayı da görebiliyoruz. Bunun dışında işin daha öğretici kısmına bakacak olursak Dickens’ın ciddi bir tiyatro sevdalısı olduğunu, hatta kendisinin de çeşitli oyunlarda rol alan bir aktör olduğunu bu müze sayesinde öğrendim. Veya Dickens’ın çok sayıda kitap okuma seansı için farklı şehirlere gittiği, bu okumalardan güzel paralar kazanan oldukça popüler bir yazar olduğunu da öğrendim. Kendi yazdığı kitaplar üzerinde sonraki baskılar için büyük değişiklikler yaptığını, kitap okumalarında beğenmediği bölümleri çizip bunları sonraki baskılardan çıkarttığını da öğrendim. Bu üzeri çizili ve notlar alınmış kitaplar da müzede görülebiliyor.
Müzeye giriş ücreti 12.95£. Evin içi tahmin edileceği üzere oldukça dar ve küçük olduğu için biletinizi önden alıp saatinize yakın bir saatte orada olmanızı tavsiye ederim. Buraya metronun Farringdon durağından 15 dakikalık bir yürüyüşle ulaşabilirsiniz.
Borough Market
Londra’nın farklı mahallelerinde haftanın belli günleri pazarlar düzenleniyor. Pazartesi hariç her gün açılan ve şehrin en önemli pazar yerlerinden biri olan Borough Market, Londra’nın en turistik pazar alanlarından bir tanesi kesinlikle. Bu pazarda sebze meyve peynir gibi gıdalar ve zeytinyağı ve fırın ürünleri, et mamulleri satılıyor. Şeftali ve incir gibi meyveler oldukça lezzetli görünüyordu, üzerlerinde Türkiye’den geldiklerini gösteren etiketler vardı. Burada pişmiş yiyecekler de satılıyor başta fish &chips olmak üzere yabani mantarlı risotto gibi değişik ürünleri de burada görebilirsiniz. Burada gezerken aklıma Londra’da geçen klasik romanlar geldi, orada anlatılan pazar atmosferleri, renkleri, sesleri, kokularıyla benim gördüğüme ne kadar benzediğini merak ettim.

Tabii ki günümüzdeki gibi her tarafından turist fışkıran haliyle aynı değildir ama biraz olsun eski Londra havası taşıdığını düşünmek hoşuma gitti. Burası metro hattının Jubilee ve Northern Line’ın London Bridge durağında inerek buraya rahatça ulaşabilirsiniz.
Wembley Stadı
Dünyada stadyum dendiğinde akla ilk gelen yerlerin başında Wembley olması çok normal. Kendine futbolun beşiği diyen bir ülkede 1923’te yapıldığı ilk günden bu yana sayısız önemli müsabakaya ve konsere ev sahipliği yapmış bu stadyum, aslında bir stadyumun çok ötesinde, Britanya ortak hafızasında yeri olan bir ikon adeta.
Orijinal stadyum 2002’de yıkıldıktan sonra 2007’de aynı yere 90,000 kapasiteli modern bir stadyum yapıldı. Günümüzde bu stadyumda İngiltere futbol milli takımının maçlarının yanında İngiltere Lig Kupası ve FA Cup final maçları oynanıyor. İngiltere’nin ragbi da maçları burada oynanıyor. Ayrıca yaz aylarında dünyaca ünlü şarkıcı ve gruplar burada konser veriyorlar. Mesela 2025 yazında Dua Lipa, Lana del Rey, Guns’n Roses, Linkin Park, Oasis ve Coldplay burada konserler verdiler. Biz de burada Coldplay konseri izleme şansına eriştik, grubun çok büyük hayranı olmasam da hakikaten inanılmaz bir atmosfer olduğunu söylemeliyim.
Herhangi bir maç veya konsere gelme imkanınız yoksa da bu müthiş stadı görebilmek, müsaitlik olan her gün düzenlenen stadyum turları sayesinde mümkün. Wembley’nin sitesinden rezervasyon yapmak suretiyle 25£ karşılığında bu müthiş stadı gezip tarihi hakkında bilgi alabilirsiniz. Wembley Stadı’na en yakın metro durağı, Jubilee hattında bulunan Wembley Park. Birkaç yüz metre yürüyerek stada ulaşabilirsiniz, ancak konser günleri oldukça kalabalık olduğunu gördük. Alternatif olarak biraz daha uzak olsa da yürüme mesafesinde bulunan Wembley Statdium ve Wembley Central duraklarını da kullanmayı deneyebilirsiniz.
Highgate Mezarlığı
Londra’da yüzlerce görülesi yer bulunsa da benim Londra’ya gelmeden önce direkt olarak gitmeyi planladığım yer burasıydı. Zaten bu satırları takip edenler, benim gittiğim yerlerde hep mezarlık aradığımı bilirler, Londra’ya gitmişken de buranın en ünlü, en tarihi mezarlıkları arasında başı çeken Highgate‘i görmek için planlarımı yaptım.
Highgate’i özel yapan birçok şey var tabii, içindeki meşhur rahmetliler ve çok enteresan şekilli mezar taşlarının yanında, doğayla iç içeliği ve bu şekilde kazandığı acayip atmosferiyle de Londra’nın ve dünyanın en ünlü mezarlıklarından bir tanesine konumuna erişmiş. Londra’nın 19. yüzyılda farklı köşelerine açılmış 7 büyük mezarlığına “Muhteşem Yedili” deniyor ve Highgate de onlardan bir tanesi.
Highgate Mezarlığı, Swain’s Lane adlı caddeyle ayrılan doğu ve batı şeklinde iki kanattan oluşuyor. Batı yakasında enteresan katakomblar ve şarkıcı George Michael, Bilbo Baggins olarak tanıdığımız aktör Ian Holm, bilim insanı Michael Faraday, Putin’e muhalif olduğu için Rusya’dan kaçan ve Londra’da zehirlenerek öldürülen Aleksandr Litvinenko ve başka birçok meşhurun da mezarları bulunmakta. Burası daha eski, daha atmosferik, daha etkileyici kısmı mezarlığın. Doğu yakasında ise bu mezarlığın en ünlü şahsiyetinin, Karl Marx‘ın mezarı yer alıyor. Zaten her türlü insanın buraya gelmesinin en önemli amacı Marx’ın mezarını görebilmek, girişte duyduğum konuşmalardan anladığım kadarıyla.
Marx’ın mezarında kocaman bir büstü var, mezar taşında da o ünlü sözü “Dünyanın bütün işçileri, birleşin” yazmakta. Dünyanın her yerinden Sosyalist düşünceye sempati duyanlar buraya gelip bir fotoğraf çektiriyorlar. Siz de hangi düşünceden olursanız olun 19. yüzyılın sonlarından günümüze yön vermiş bu büyük düşünürün mezarını görmelisiniz eğer buraya gelirseniz. Marx’ın orijinal mezarı da bu mezarlığın içinde bulunuyor, 1883’te ilk olarak gömüldüğü mezarı da görebilirsiniz. Ancak 1954’te Marx’ın ve aynı mezara gömülü diğer herkesin kemikleri daha büyük bir alana sahip şu anki yerine taşınmış. 2 yıl sonra da etkileyici büstü mezarına yerleştirilmiş. Mezara geçmişte yapılmış saldırılardan ötürü Marx’ın mezarı sürekli kameralarla izleniyor.

Doğu yakasında başka ünlülerin de ebedi istirahatgahı bulunuyor. Mesela Otostopçunun Galaksi Rehberi kitabını yazmış Douglas Adams‘ın mezarı da burada, kenarına ziyaretçiler onlarca kalem bırakmışlar. Ayrıca yazar George Eliot, ressam Patrick Caulfield ve bizim çok tanımadığımız ama İngilizler için yeri ve önemi büyük başka pek çok kişinin yine burada mezarı yer almakta.
Dünyada çok mezarlığa gittim ve hiçbirine para ödemedim. Özellikle Marx’ın olduğu bir mezarlığa para ödemek fazlasıyla ironik olsa da Highgate Mezarlığı’nın doğu yakasına girmek için de para ödemeniz gerekiyor. Giriş ücreti 7£. Muhtemelen turist akışını sınırlamak için böyle bir hareket yapmışlardır. Eğer iki tarafını da görmek isterseniz 10£ vermeniz gerekiyor. Rehberli turlar için de 18£ isteniyor. Bileti aldıktan sonra verilen haritadan meşhur rahmetlilerin yerlerini görebilirsiniz.
Mezarlığın resmi sitesinden buraya gelmeden de bilet alabilirsiniz, ama kapıda da bilet satılıyor. Merkezin bir miktar dışında yer alan mezarlığa gelmek için Northern Line’ın Archway durağında inmenizi tavsiye ederim, sonrasında 1.5 kilometre kadar bir yol yürüyerek giriş kapısına ulaşabiliyorsunuz.
Diğer yerler
Londra’da başka birçok tarihi ve turistik yer bulunuyor elbette görülecek. İlgi alanınıza göre plan yapabilirsiniz. Örneğin Westminster Abbey sizi kesmediyse şehrin bir diğer önemli dini yapısı St. Paul Katedrali’ne gidebilirsiniz. Bunun dışında şehrin en tarihi yerlerinden biri olan Tower of London ve hemen karşısındaki Tower Bridge’i görebilirsiniz. Parklar açısından da oldukça zengin bir yer Londra, Buckingham Sarayı’nın bitişiğindeki Hyde Park bunların en bilineni.
Londra’da yapılabilecek diğer şeyler
Futbol maçı izlemek
Benim çocukluk yıllarımda İngiltere Premier Ligi, Avrupa’nın en önde gelen liglerinden biri olsa da bugün olduğu gibi Avrupa’nın tartışmasız en iyi ligi olarak kabul edilmiyordu. 90’ların sonunda İtalya, 2000’lerin ortalarından itibaren İspanya ligleri daha yüksek kaliteye sahip olarak addedilirdi, hiç olmazsa kafa kafaya oldukları söylenirdi. Ancak 2010’ların ortasından itibaren Premier Lig takımlarına yapılan inanılmaz yatırımlar, ligi bambaşka bir seviyeye çıkardı ve dünyanın en iyi oyuncularının oynadığı lig haline getirdi. Premier Lig’in kalitesi sadece Türkiye’yi değil, Avrupa’nın diğer liglerini de geride bıraktı.
Benim için de Premier Lig zaten stadyumların atmosferi ve gol sonrası taraftardan gelen “yeah” sesiyle maç izlemek istediğim yerlerin başında geliyordu. Dolayısıyla Londra’ya geldiğim zaman bir Premier Lig maçı izleme şansı kovalamayı aklıma koymuştum. Gelişimizden önce Londra’nın bütün takımlarının sitelerini tarayarak uygun bir maça bilet bulmaya çalıştım. Ve sonunda bir West Ham – Tottenham maçını yerinde izleyerek bu isteğimi gerçekleştirebildim. Bilet bulma sürecine dair deneyimlerime de bir göz atabilirsiniz, eğer sizin de maç izleme isteğiniz varsa.
Maçın kendisi ilginç bir deneyim oldu, metroyla Londra Olimpiyat Stadı’na (veya bilinen adıyla London Stadium) West Ham taraftarlarıyla birlikte gelmek, kalan son kilometreyi yürümek, kontrolden geçip maça girmek ve tribünde 60 bin kişilik modern bir stadda güzel bir atmosferde maçı izleyebilmek güzel bir deneyim oldu. Televizyonda izlerken duyduğumuz ilginç tribün reaksiyonlarını yerinde duyabilme şansım oldu. İnsanların bütün maçı oturarak seyretmesinin kural olduğu bir yerde fark yiyen takımlarından ne kadar kolay umutlarını kestiklerine şaşırsam da bu kötü oyuna yine iyi dayandıklarını düşündüğüm insanlarla 90 dakika yan yana bulunmuş oldum. Genel anlamda rekabetten uzak, hatta zevksiz diyebileceğim bir maç olmasına, çıkıştaki amansız metro kuyruğuna rağmen gittiğime kesinlikle pişman olmadım.
Bu arada şunu da söylemek gerekir, Premier Lig maçına bilet bulmak kolay değil, dolayısıyla eğer bilet bulamazsanız kalite olarak biraz geride kalsa da atmosfer olarak hiç aşağı kalmayan Championship (2. küme) maçlarını da deneyin derim.
Tiyatro-müzikal izlemek
Diğer birçok popüler kültür eğlencesinde olduğu gibi tiyatro ve sahne sanatlarında Londra dünyanın zirvesindeki şehirlerden biri. Sayısız sahnede birçok farklı oyunun gösterimi yapılıyor. The Royal Shakespeare Company gibi bir tık daha klasik oyunların yer aldığı bir kumpanya da var, her türlü oyunu ve müzikali bulabileceğiniz New York’taki Broadway’in Londra karşılığı olan West End de var.
Tiyatro oyunlarını takip etmek ana dili İngilizce olmayan bizler için pek kolay olmayabilir, ancak müzikaller herkes için üst düzey bir seyir zevki sunuyor diyebilirim. Hele ki konusunu da okumuşsanız takip etmesi kolay, kolay kolay unutulmayacak bir deneyim yaşatıyor diyebilirim. Londra müzikalleri denince akla birkaç çok meşhur müzikal geliyor, arkadaşlarımdan bunları daha önce seyretmiş olanlar vardı. Aslan Kral, Muhteşem Gatsby, Geleceğe Dönüş, Sefiller, Moulin Rouge, Mamma Mia ve daha onlarca müzikalden birini izleyebilmeniz mümkün. Ben pek müzikal insanı olmasam da Londra’ya gelmişken numunelik bir tane izleme şansına kesinlikle itiraz etmedim. Bu durumda da tercihim, müzikal denince dünyada ilk akla gelen eserlerden biri diyebileceğim Operadaki Hayalet (The Phantom of the Opera) oldu elbette.
Fransız yazar Gaston Leroux’nun 1910’da yazdığı ve Andrew Lloyd Webber’in uyarlamasıyla ilk defa 1986’da müzikal olarak sahnelenen Operadaki Hayalet, gotik-romantik hikayesi ve atmosferiyle aslında herkesin az çok bildiği bir öyküyü anlatıyor. Genç opera sanatçısı Christine’e takıntılı, aynı zamanda umutsuz bir şekilde aşık olan, sesi güzel yüzü korkunç Erik’in hikayesi gerçekten çok etkileyici. Ben gitmeden önce Leroux’nun kitabını da okudum, müzikalin tam metnini de inceledim, müzikalden maksimum keyif için ben kendi adıma tavsiye ederim. Ancak hikayeyi hiç bilmeseniz de görsellik, dekorların değişimi ve oyunun temposu, çok heyecan verici bir deneyim yaşatıyor diyebilirim. Oyun öncesi veya sonrası da oyunla ilgili hediyelik eşyaların satıldığı fuayeye uğramayı unutmayın.
40 yıldır aynı yerde, His Majesty’s Theatre’da oynanıyor Operadaki Hayalet (Elizabeth’in ölümünden önce Her Majesty’s Theatre idi buranın adı). Trafalgar Meydanı’na çok yakın bir yerde bulunuyor, ulaşımı kolay. Londra’da bir müzikal izlemek niyetindeyseniz gönül rahatlığıyla ilk tercih olarak değerlendirebilirsiniz.

Müzikal bileti almak ise Wembley’de konser veya maç bileti bulmaktan daha kolay. London Theatre veya West End‘in sitesinden müzikali seçip, bilet alma sayfasından tarih ve koltuk seçerek ilerleyebiliyorsunuz. Her ne kadar gidiş tarihinize çok az kalsa bile istediğiniz temsile bilet bulmanız mümkün olsa da, performansı daha iyi görebileceğiniz bir yer seçebilmek için gidişinizden aylar öncesinden bilet bakmaya başlamanızı tavsiye ederim.
Konsere gitmek
İngilizler bugün popüler kültür olarak bildiğimiz şeye en çok katkıda bulunmuş ülkedir desek pek yanılmış olmayız. Müzik de bunlardan ayrı düşünülemez tabii ki. En basit bakış açısıyla baksak bile Beatles’dan beri dünyanın tanıdığı müzisyenler ve gruplar bu ülkeden çıkmaya devam ediyor. Pop, rock, metal gibi farklı müzik türlerinde efsane olabilmiş isimlerin çıktığı bir ülkenin başkentine geldiğinizde, ne zaman gelmiş olursanız olun güzel birtakım konserlere denk gelme olasılığınız yüksek olacaktır.
Yukarıda bahsettiğim Wembley’de Coldplay izleme deneyimini zannederim ömrüm oldukça hatırlayacağım. Müziğine öyle büyük bir hayranlığım olmasa da 80 binden fazla insanın bir araya geldiği ve eğlenebildiği bir konser deneyimini her zaman bulamayacağımı biliyorum. Dolayısıyla Londra’ya gelme durumunuz olursa gideceğiniz tarihlere uygun konserleri mutlaka araştırmanızı tavsiye ederim. Tabii ki bunu olabildiğince erkenden yapmak gerekir, çünkü Londra bir dünya başkenti olduğu için özellikle Wembley Stadı’nda çıkan yüksek profilli şarkıcı veya grupların konser biletleri neredeyse anında tükeniyor. Bilet bulabilmek için satışa çıkış tarih ve saatini yakından takip etmeniz, mümkünse çıkar çıkmaz girişimlere başlamanız gerekiyor. Her ne kadar sonradan bilet bulmak -birilerinin biletlerini bırakmasıyla- mümkün olabilse de bu oldukça zor olacaktır.
Londra’da toplu taşıma
Londra metrosu (London Underground) dünyanın en gelişmiş taşıma sistemlerinden bir tanesi. Şehrin her köşesine, neredeyse bütün havaalanlarına ulaşım sağlıyorlar. Haritasını çizmenin bile çok zor olduğu bu müthiş sistemden siz de ziyaretiniz süresince faydalanabilirsiniz.
Şunu belirtmek isterim ki London Pass, bu gündelik metro kullanımlarını karşılamıyor. Ancak bazı özel tekne gezilerinde işinize yarayabiliyor. Standart toplu taşıma kullanımlarında Oyster Card adlı kartı edinmeniz gerekiyor. Bu kart bütün metro istasyonlarındaki kiosklarda satılıyor. Tek binişlik alabileceğiniz gibi kalacağınız gün sayısına göre pass’ler de alınabiliyor. Tabii bütün bu pass’lerin fiyatları, gideceğiniz bölge (zone) sayısına göre de değişiyor. Dolayısıyla hangi bölgelerde gezeceğinizi bilirseniz baştan doğru kartı alabilirsiniz. Daha detaylı bilgiyi fiyat bilgisini şu sayfada bulabilirsiniz.
Ancak benden önce Londra’ya gidenlerin tavsiyesi doğrultusunda ben sadece kendi kredi kartımı kullanarak metro ve otobüslerde ödeme yaptım. Metroya binerken ve çıkarken kartınızı okuttuğunuzda, seyahat ettiğiniz bölge sayısına göre ilgili fiyat, kartınızdan düşüyor. Ne kadar düştüğünü bilmeseniz de mantıklı miktarda düştüğünü daha sonra kredi kartı geçmişinizden görebiliyorsunuz. Belirli bir günde girip çıktığınız zone sayısına göre bir fiyatın düşürüldüğünü göreceksiniz.
İnternet bağlantınız olacaksa Citymapper uygulamasını kullanmanızı tavsiye ederim. Bulunduğunuz konumdan gitmek istediğiniz yere o anki en hızlı ulaşım yollarını gösteren, hangi metrodan veya otobüsten nerede inerek gitmeniz gerektiğini açık şekilde anlatan bu uygulamayla en makul yolu öğrenebilirsiniz. Offline olarak metro ağını görmek işinizi görecekse de şu oldukça basit uygulamayı öneririm. İneceğiniz durağı biliyorsanız buradan yolunuzu bulursunuz.
Grev konusu
Tabii bütün bu pembe tabloyu karartan bir ihtimal var, o da metro çalışanlarının grev yapması. Yanlış anlaşılma olmasın, insanların haklarını aramalarına en ufak bir itirazım olamaz ve bunun için kazanılmış haklarını sonuna kadar kullansınlar. Ama Londra’da metro grevine bir turist olarak denk geldiyseniz sonuçları hiç hoş olmayabiliyor.
Ben Londra’ya gelmeden önce gün gün hangi müze ve turistik yere gidileceğini, hangi etkinliklere katılıp buralara hangi metrolarla ulaşılacağını not ettiğim kendimce çok ayrıntılı bir planlama yapmıştım. Ancak grev nedeniyle metro hatlarının neredeyse tamamı kapanınca planım da çöp oldu diyebilirim. Neyse ki Londra’da banliyö trenleri de ana bölgelerde dolaşıyor, bu sayede biraz yürüyüp, biraz trene, hatta otobüse de binmek mümkün oldu. Metro kadar hızlı olmasa da en azından istediğimiz yerlere bir şekilde gitmeyi başarabildik. Bu noktada Citymapper uygulamasının tekrar hakkını vermem gerekir. Sizi zor durumlardan hızlı bir şekilde çıkarıyor.
Londra’ya gelmeden önce şehirde grev olup olmadığını kontrol etmenizi tavsiye ederim, nitekim grevlerin tarihleri ve kapsamı önceden herkesle paylaşılıyor.
Trafik
Londra şehir merkezi oldukça trafikli bir yer. Otobüslerin hızı saatte 30 km’yi aşamıyor. Soldan akan trafiği zaten söylememe gerek yok. Bu durum sadece arabaları değil, doğal olarak yayaları da etkiliyor. Her şeyden önce karşıdan karşıya geçerken nereye bakılması gerektiğini komple değiştiriyor. Neyse ki bazı yaya geçitlerinde yerlere boyayla sola bakın veya sağa bakın yazmışlar. Soldan trafiğin etkisini müzelerdeki yürüyen merdivenlerde veya tren istasyonlarındaki üst geçitlerde dahi görmek mümkün. Alışmak biraz zaman alıyor.

Yine de çok gürültülü bir trafik yok bence araçlar pek korna çalmıyor. Trafik ışıklarına riayet ediliyor (bisikletler hariç, onlar kafasına göre boş gördüğünde geçiyor).
Elektrik prizleri
Tıpkı trafiğin yönü gibi, kendine özgü prizler de Birleşik Krallık’ta dikkat etmeniz gereken bir konu. Dünyada sadece eski İngiliz sömürgelerinde göreceğiniz G tipi üç girişli prizler doğal olarak Londra ve Birleşik Krallık’ta da kullanılmakta. Yola çıkmadan bir adaptör edinmeyi unutmayın.
Pasaport kontrolleri
Londra’ya hangi havaalanından giriş yaparsanız yapın uzunca bir kuyruk bekleyebilirsiniz, özellikle Heathrow gibi çok fazla uluslararası uçuşun olduğu yerlerde farklı memleketten insanlar bir araya geliyor. Birçok kişiye en az 2-3 soru soruluyor, o nedenle bekleyiş biraz daha uzayabiliyor. Yine de katlanılmaz bir bekleyiş yaşamadık, çünkü çok sayıda bankoda aynı anda hizmet veriliyordu. Bir de Britanya ve AB vatandaşlarının ETA (Electronic Travel Authorisation) aracılığıyla ePasaport gişelerinde geçebilme hakkı var, onlar da memur bekleyen kuyruğu azaltmaya yardımcı oluyor.
Giriş yaparken görevliler size Londra’da nerede kalacağınızı, ne kadar duracağınızı, nasıl döneceğinizi soruyor. Dolayısıyla elinizde otel ve uçak rezervasyonlarının hazırda bulunması çok önemli, hızlıca, tereddütsüz şekilde işinizi halledip sınırdan geçebilirsiniz. Birleşik Krallık vizenizin üzerine mühür vurulmasının ardından Krallık’a resmen giriş yapmış oluyorsunuz.
Bu arada Birleşik Krallık çıkışlarında bildiğimiz anlamda pasaport kontrolü yapılmıyor, pasaporta mühür vurulmuyor, bu yüzden üzeriniz arandıktan sonra direkt olarak kapılara gidebilirsiniz. Sizin ülkeden çıkışınız otomatik olarak sisteme yansıyor olmalı, dolayısıyla
Londra filmleri ve kitapları
Dünya popüler kültürünün belki de mucidi diyebileceğimiz bir ülkenin başkentinde geçen onbinlerce film ve kitap olduğundan bu soruya birkaç tane yanıt verip geçmek elbette mümkün olamaz. Yine de Londra’da geçen en bilinen birkaç filmden bahsetmeden etmeyeyim. Her ne kadar bir romantik komedi için bile son derece gerçekçilikten uzak bir olay örgüsü olsa da klasikleşmiş bir film olan 1999 yapımı Notting Hill‘den bahsedebiliriz, Hugh Grant’in canlandırdığı karakterin yaşadığı ve çalıştığı yerler, Londra’nın batı tarafında kalan aynı adlı mahallede ve Will’in eviyle sahibi olduğu kitapçı dükkanı, filmin hayranları tarafından ziyaret edilmeye devam ediyor. Benzer ekolden gelen, hatta aynı yapımcıların elinden çıkan 2004 yapımı bir diğer romantik komedi Aşk Her Yerde (Love, Actually) filmini de bir başka Londra filmi olarak sayabiliriz.
Kitap dediğinizde zaten dünya edebiyatının en bilinen 2-3 ekolünden biri olan İngiliz edebiyatının birçok ünlü eseri Londra’da geçmekte. Arthur Conan Doyle’un unutulmaz dedektif karakteri Sherlock Holmes’ün pek çok macerası Londra’da geçmiştir örneğin. Veya Charles Dickens’ın etkileyici başyapıtı Büyük Umutlar, Oliver Twist vs. gibi sayısız roman var klasiklerden. Modern edebiyatta da pek çok kitap mevcut günümüz Londrası’nı arka plan olarak seçmiş. Ben Londra’da bulunduğum sürede Neil Gaiman’ın Yokyer (Neverwhere) adlı kitabını okumayı tercih ettim. 90’ların standart bir bilişim sektörü beyaz yakalısının kendini bir anda var olduğunu hiç bilmediği Aşağı Londra’da bulması ve burada etrafındakilere hiç benzemeyen kişilerle tanışıp sıkıcı hayatıyla karşılaştırılamayacak kadar büyük ve tehlikeli maceralara atılmasını anlatıyor kitap. Şehirde metroyla gezdiyseniz bu kitaptaki pek çok yer adı tanıdık gelecektir, o yüzden Londra’dayken döndükten sonra fazla geçmeden bu kitabı okumanızı öneririm. Aslında bu kitap, 1996’da yayınlanan bir BBC dizisinin kitaplaştırılmış hali, dolayısıyla internette bulabileceğiniz yarımşar saatlik 6 bölümden oluşan diziyi de mutlaka izleyin derim, 30 yıl öncesinin Londrasının ve metrolarının neye benzediğiyle ilgili güzel fikirler edinebilirsiniz.
Son sözler

Londra gibi bir şehrin görülecek yerlerine dair ne kadar çok konuşsam eksik kalır. 2 hafta daha dursam bile görmek isteyeceğim yerler kalırdı herhalde. Dolayısıyla bu yazıda birçok yerin hak ettiği halde eksik olduğunun farkındayım, belki bir gün tekrar gelip farklı yerlerini de görebilirim. Ama göremesem bile Londra’nın birbirinden çok başka ilgi alanları olan kişilerin hepsine sunacak birşeyleri olduğunu anlayacak kadar gezmiş olabildiğim için mutluyum. Öyle ya da böyle deniz ticaretinden ve kolonicilikten büyük kazanımlar elde etmiş bir imparatorluğun başkentine gittiğimi biliyorum. Ancak bu zenginliğin mundar edilmediğini ve ortaya acayip bir şehir çıkardıklarını bence burayı gören herkes kabul edecektir.
