
Amsterdam’da gezilecek yerler – Her yerinden turist çıkan şehirden notlarım
Sadece Avrupa’nın değil, bütün dünyanın en turistik şehirlerinin başında geliyor Amsterdam. 72 milletten insanı görebileceğiniz bu şehirde Orta Çağ’dan kalma bir Old Town veya benzersiz bir katedral yok. Amsterdam’ı özel kılan, Venedik gibi kanallarla örülmesinin haricinde başka ülkelerde yapılması yasal olmayan bazı aktivitelerin burada yasal bir şekilde gerçekleştirilebilmesi, Avrupai açıdan bakacak olursak insanların birçok konuda özgür bırakılmış olması diyebiliriz. Dolayısıyla diğer turistik destinasyonlardan farklı şeyler de sunabiliyor ziyaretçilerine.
Amsterdam’a Türkiye’den de çok sayıda insan gidiyor elbette. Etrafımdaki kişilerin önemli bir kısmı bir kez olsun Amsterdam’ı gördüklerini söylüyorlar, hele bayram zamanı gidecekseniz başta Dam Meydanı çevresi olmak üzere her yerde Türkçe konuşan insanlarla karşılaşacaksınız. Ben de Amsterdam’a ilk 2011’de gitmiştim. Ancak gezi konusundaki tecrübesizliğim nedeniyle doğru düzgün bir yer göremeden dönmüştüm. Bu nedenle normalde yapmadığım halde Amsterdam’a tekrar gitmek istedim. Lafı fazla uzatmak istemiyorum, zaten Amsterdam uzak diyarlarda bulunan bilmediğimiz bir şehir değil. Ben de kendi gördüğüm yerleri ve deneyimlerimi bu yazıda toplamak istiyorum. Her ne kadar Amsterdam’a gelip sadece müze ziyareti yapmak biraz tuhaf olsa da ben çoğunlukla gördüğüm müzelerden bahsedeceğim. Bazı keyif verici maddeler veya Red Light District’e dair söyleyebilecek fazla birşeyim bulunmuyor.
Yazıda belirttiğim ücretler Nisan 2025 itibariyle geçerlidir. O dönemde 1 Euro 41.5 TL’ye eşitti.
-
- Amsterdam’a nasıl gidilir?
- Amsterdam’da gezilecek yerler
- Amsterdam’da toplu taşıma
- Amsterdam’da dikkat edilmesi gerekenler
- Amsterdam kitapları ve filmleri
- Son sözler
Amsterdam’a nasıl gidilir?
Amsterdam Schiphol Havaalanına başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin farklı şehirlerinden uçak seferleri bulunuyor. THY, AJet, Pegasus, SunExpress, Corendon, KLM gibi sayısız şirket buraya uçuyor. Başka Avrupa ülkelerinden de, özelikle komşu Belçika ve Almanya‘dan sürekli tren ve otobüs seferleri bulabilmek mümkün.
Şehir dışından gelen otobüsler genellikle şehrin batısındaki Sloterdijk durağında yolcularını indiriyor. 51 numaralı metroya binerek merkeze gidebilmek mümkün. Trenler de ana olarak şehrin güneyindeki Amsterdam Zuid (Güney) ve Amsterdam Centraal (Merkez) duraklarında duruyor. Mesela Brüksel’den gayet hızlı bir şekilde, 2 saat içinde Amsterdam’a ulaşılabiliyor, bileti de erken alırsanız 25€ gibi bir ücrete bulabilirsiniz. Zuid’de inenler de aynı 51 numaralı metroyla merkeze gidebilir.
Amsterdam Schiphol Havaalanından şehir merkezine geliş
Dünyanın en yoğun havaalanlarından biri olan Schiphol (Skipol şeklinde okunuyor), şehrin merkezi semtlerine aşağı yukarı 10 kilometre kadar uzakta bulunuyor. Havaalanı içinde bulunan tren istasyonundan geçen trenlerle hem Amsterdam’ın içine, hem de Rotterdam, Utrecht, Lahey gibi diğer Hollanda şehirlerine sürekli ulaşım sağlamak mümkün. Gün boyu kalkan trenler, Amsterdam Centraal’a onlarca sefer düzenliyor ve sefer süresi 20 dakika civarında. Amsterdam Zuid durağına da çok sayıda sefer var ve buraya yalnızca 6 dakika mesafede bulunuyor. Zuid’den Schiphol’e tren biletini makinelerden 5 Euro’ya aldık.
Amsterdam’da gezilecek yerler
Dam Meydanı
Elbette Hollanda dendiğinde akla ilk gelen yer Dam Square olur. Buraya Amsterdam’ın Taksim Meydanı demek yanlış olmaz sanırım, 17. yüzyıl Amsterdam tablolarında bile Dam Meydanı defalarca resmedilmiş. Hem bu meydan, hem de meydana çıkan yollar son derece turistik yerlerle ve dükkanlarla dolu. Meydanın kendisi tabii ki Amsterdamlıların da en önemli buluşma mekanı ve sembolik anlamı da büyük. Örneğin meydanda bulunan Ulusal Anıt, 1956’da 2. Dünya Savaşı’nda ölen Hollandalıların anısına dikildi ve o günden sonra her yıl 4 Mayıs’taki anma gününde anıtın önünde törenler yapılıyor. Farklı dini ve etnik grupların gösterileri ve anmaları meydanda yapılıyor. Normal bir günde en azından bir grubun protestoları ve basın açıklamalarıyla karşılaşmanız çok mümkün. Örneğin ben aynı anda Gazze’deki İsrail saldırılarını protesto eden Filistinlilerle, “katil Xi Jinping” sloganları atan Doğu Türkistanlı Uygurlularla ve yine Çin’den çıkan ve ciddi baskılarla karşılaşan Falun Gong tarikatının broşür dağıtan üyeleriyle karşılaştım.
Kraliyet Sarayı
Meydanın etrafında bulunan en önemli yapı Hollanda Kraliyet Sarayı (Koninklijk Paleis Amsterdam) kuşkusuz. 1665’te açılan ve ilk başta belediye binası olarak kullanılan yapı, daha sonra Kraliyet’e ait saraylardan bir tanesi oldu. Restorasyon olmadığı zamanlarda gerçekten harika bir görüntüsü olan bina yıl içinde belli dönemlerde ziyarete açılıyor. Bu tarihler resmi sitesinden takip edilebilir.
Nieuwe Kerk (Yeni Kilise)
Buradaki diğer önemli bina ise sarayın hemen bitişiğindeki Nieuwe Kerk, yani Yeni Kilise. 15. yüzyılda yapılmış olsa da 300 yıl önce yapılmış Oude Kerk (Eski Kilise) nedeniyle “yeni” olarak adlandırılıyor. Aslen bir Katolik kilisesi olarak yapılmış olan kilise, Hollanda’nın Protestanlığa geçişiyle birlikte reform edilmiş, duvarlarındaki bütün resim ve işlemelerin üzeri beyaza boyanmış, heykelleri yıkılmış ve ikonlar ortadan kaldırılmış, sonunda bugünkü sade iç görüntüsüne kavuşmuş. Kilisenin günümüzdeki en önemli özelliği de kraliyetin tahta çıkma törenleri ve evliliklerine ev sahipliği yapıyor olması. Şu anki kral Willem-Alexander’ın düğünü de burada yapılmış örneğin. Ayrıca çeşitli sergiler, hatta defilelerin düzenlendiği, asıl amacından farklı faaliyetler de burada düzenleniyor zaman zaman.
Burada ayrıca Hollanda donanmasının en büyük amirallerinden Michiel de Ruyter’in anıt mezarı da bulunuyor. Kilisenin statüsünden ötürü pek çok önde gelen Amsterdamlı buraya gömülmüş, bunun için de iyi paralar ödemişler. Kilisenin içindeki bir ekranda oynayan ve kilisenin tarihini anlatan İngilizce videoyu da buradan izleyebilirsiniz. Kiliseye giriş ücreti 12.5€. Bir başka not: Kilisenin çatısı 2025 itibarıyla tadilatta ve bu kurulan iskeleye çıkarak Amsterdam’ın merkezinden güzel manzaraları yakalayabilmeniz mümkün. Bu çatıya çıkma ücreti de 15€.
Amsterdam’ın nispeten uzak bir noktasından Dam Meydanı’na gelmek için 52 numaralı metroya binip Rokin durağında inebilir veya 4 ve 14 numaralı tramvaylara binebilirsiniz.
Museumplein
Amsterdam müze açısından oldukça zengin bir şehir. Hem klasik tarih müzeleri var, ama sanat ağırlıklı müzeleri başı çekiyor bence. Bunlara ek olarak bazı tuhaf konseptli müzeleriyle bu açıdan çok zengin bir yer olduğunu söyleyebiliriz. Şehrin en bilinen sanat müzeleri ise Museumplein (Müze Meydanı) adıyla bilinen yerin etrafında konumlanmış durumda. Ortasında büyük bir çayır olan bu meydanın etrafındaki müzelerden bahsetmek istiyorum.
Rijksmuseum
Hollanda’nın en önemli sanatçılarının eserlerinin yer aldığı belki de en önemli sanat, tarih ve kültür müzesi Rijksmuseum. Zaten rijk, Hollandaca devlet demek, bu da buranın Hollanda’nın ulusal müzesi olduğu anlamına geliyor. Yılda 2 milyondan fazla kişi burayı ziyaret ediyor. Bu müzede sadece resimler ve tablolar yok ancak ağırlığın resimlerde olduğunu ve Hollanda tarihini bu resimler üzerinden anlattığını söylemek gerekir. 1885’te açılmış şu anki müze binası, sonraki yıllarda yapılan eklemeler ve modernizasyon faaliyetleriyle görebileceğiniz en haşmetli müzelerden birine dönüşmüş.

Rijksmuseum’un en önemli yeri hiç şüphe yok ki Hollandalı büyük üstatların resimlerinin bulunduğu salon. Hollanda resminin altın çağı olarak bilinen 17. yüzyılda ortaya çıkmış büyük sanatçıların dünyaca bilinen bazı eserleri burada bulunuyor. Mesela Johannes Vermeer‘in Sütçü Kız tablosu en çok ilgi gören resimlerin başında geliyor. Ancak bu bölümün yıldızı, zaten apayrı bir cam bölmede tek başına tutulan Rembrandt‘ın Gece Devriyesi tablosu. Hem boyutları, hem Rembrandt’ın belirli karakterleri öne çıkarma şekliyle bir başyapıt olan bu tablodaki sembolizmin açıklamaları da bilgi kartlarında yapılıyor.
Devasa bir koleksiyon var Rijksmuseum’da. Bir yandan Hollanda tarihi anlatılırken, diğer yandan da o devirde yapılan önemli eserler sergileniyor. Hollanda’nın çok büyük bir resim geleneği olduğu için de haliyle sayısız eser bulunuyor. Hollanda’nın kolonyal tarihiyle ilgili de çok sayıda eser bulunuyor burada. Brezilya’ya, Hindistan’a, Endonezya’ya gitmiş ressamların yaptığı resimler çok ilgimi çekti. Koloni demişken doğal olarak deniz gücüne de değiniliyor burada. Ancak daha farklı konseptte bölümler de var bu müzede, örneğin Hollanda’nın bira tarihine referansla değişik bira bardakları, bir zamanların modası minyatür evler, veya farklı akımlara göre dekore edilen evlerden oda ve eşyaları da görebilmeniz mümkün. Kütüphane kısmı da oldukça ilginçti, ziyaretçilerin bastırmaya çalıştığı gürültüleri arasında herhalde akademik çalışma yapmaya çalışan kişileri gördük.
Benim için en ilginç yer, Jean Baptiste Vanmour‘un İstanbul’da Fransa büyükelçisinin himayesinde yaşadığı yıllarda çizdiği onlarca tablonun gösterildiği salondu. 3. Ahmet döneminde İstanbul’da bulunan ve hem saraydan, hem de halktan kişilerin sayısız resmini yapan Vanmour sayesinde o dönemin insanlarının ve İstanbul’unun neye benzediği hakkında fikrimiz var. Ama müzede daha meşhur eserler de var elbette: Van Gogh’un da birkaç çalışması ve bir otoportresi, Jan Willem Pieneman’ın Hollanda tarihi açısından önem taşıyan eseri Waterloo Savaşı (müzedeki en büyük tablo) gibi sayısız eseri de saymak gerekiyor. Müzenin en üst katında da küçük bir modern sanat bölümü var, orada da Hollanda’daki birçok başka yerde olduğu gibi ülkenin özgürlükçü ortamının farklı sanatsal akımları ve kültürel çeşitliliği nasıl beslemeye devam ettiği anlatılıyor. Kısacası en az 3-4 saat geçirilecek kadar kapsamlı ve büyük bir müze burası. Çıktıktan sonra müzenin yanındaki küçük parka oturup bu yorucu gezinin ardından biraz dinlenebilirsiniz.
Buraya giriş ücreti 25€. Önceden bilet almak isterseniz web sitesi burada. Açıkçası önden bilet almakta fayda var, en azından sabah ilk iş buraya gelip dilediğinizce zaman geçirmek için erken saatleri rezerve etmeniz iyi olur. Nitekim burası çok büyük bir müze, hakkını vererek gezmek gerektiğini düşünüyorum.
Van Gogh Müzesi
Dünyanın en tanınmış 3-4 ressamından biri diyebileceğimiz Vincent Van Gogh, hayat hikayesini hepimizin az çok bildiği, kısa ömrüne çok sayıda eser sığdırmış ve bu yüzden dünyanın farklı yerlerinde birçok önemli müzede birkaç tane eserine rastlayabileceğiniz türden bir sanatçı. Ancak elbette en çok eseri kendi ülkesinde, adını taşıyan müzede yer alıyor.
37 yıllık yaşamı süresince hiç şansı yaver gitmemiş, biri hariç hiçbir eserinin satıldığını görememiş Van Gogh’un kendini vurarak ölümünün sadece 6 ay ardından, sanat simsarı kardeşi Theo da vefat etmiş, Van Gogh’un yüzlerce eseri Theo’nun eşi Jo’ya kalmış, o da büyük çabalarıyla Vincent’ın ölümünden sonra şöhret kazanmasını sağlamıştı. 1925’te Jo da öldükten sonra bu eserlerin sahipliği oğlu Vincent Willem Van Gogh’a geçmişti. Onun büyük çabalarıyla 1973’te Van Gogh Müzesi Amsterdam’da, Museumplein’da açıldı.
Müzedeki turunuzda ilk olarak Van Gogh otoportrelerinin olduğu salona gidiliyor ki kendisinin çok farklı teknik ve mizansenlerle yapılmış onlarca otoportresi olduğu biliniyor. Daha sonra Van Gogh’un ilk dönemlerini etkileyen başka sanatçıların eserlerini ve Neunen köyünde geçirdiği 1883-86 döneminin eserlerini görüyoruz. Sanatçının alamet-i farikası olacak sıradan insanları konu etme huyunun ilk örneklerini buradaki resimlerinde görüyoruz, birçok köylüyü model olarak kullanmış. Daha karanlık bir atmosferi olan bu dönemin resimlerinin en bilineni hiç kuşkusuz Patates Yiyenler tablosu, hakikaten çok etkileyici bir atmosferi var.

Müzenin sonraki bölümlerinde Paris’te ve belki de kariyerinin zirvesine çıktığı Arles’de yaptığı resimler var. Onu farklı kılan, kendine özgü tarzına ulaşırken attığı adımları takip edebiliyoruz. En meşhur tabloları, Ay Çiçekleri ve şahsen benim çok yalın ve samimi bulduğum Yatak Odası‘nın başı tabii çok kalabalık. Sonrasında ruh sağlığının bozulmasıyla kaldırıldığı akıl hastanesinde yaptığı çalışmalarla öldüğü gün başladığı ancak bitiremediği tabloya dek yüzlerce resmini daha görebiliyoruz. Ayrıca Van Gogh’un ölümünden sonra sanatından etkilenmiş genç ressamların yaptığı başka resimler ve hayatında yeri çok büyük olan kardeşi Theo ile mektupları da müzede yer alıyor.
Van Gogh Müzesi’ne sadece internet üzerinden bilet alabiliyorsunuz, kapıda bilet satışı yok. Biletler de belirli bir gün ve saat aralığı için satılıyor, o gün ve saatte kapıda olmanız gerekiyor. Yeterince önceden bilet alınması elzem, nitekim burası Anne Frank Evi’nden sonra Amsterdam’da bilet bulması en zor yer.
Burada küçük bir ipucu da vermek isterim bilet konusunda. Bilet için uygun zaman aralığı bulsanız bile bilet alma aşamasındaki SMS doğrulaması sorun çıkarabiliyor, bizim Türkiye telefonlarımıza doğrulama kodu bir türlü gelmediği için satın almayı tamamlayamadık örneğin. Böyle bir durumla karşılaşırsanız ya yurtdışında, tercihen AB ülkelerinde yaşayan bir arkadaşınızın numarasını girip ondan kod isteyin, ya da ICOM bileti alın. ICOM bileti bir çeşit rezervasyon gibi, yerinizi garanti ediyor ama parayı geldiğiniz zaman kapıda ödüyorsunuz. Böylece sistemsel sıkıntılardan etkilenmiyorsunuz. Biz de bu şekilde bilet alıp girebildik, siz de düşünebilirsiniz.
Gezilerimde birkaç kez tamamen bir sanatçıya adanmış müzeler görme imkanı buldum. Örneğin Oslo‘da Edvard Munch veya Bern‘de Paul Klee müzelerini hemen sayabilirim bu şekilde. Ancak Van Gogh Müzesi bunlardan bir adım önde, hem koleksiyonun zenginliği hem de tabii ki Van Gogh’un şöhreti nedeniyle. Bu şöhreti hak edip etmediği konusu beni aşar, bununla birlikte sert fırça darbeleri veya acayip renk kullanımı, kendinden sonra gelen onlarca ressamı etkilemesi ve müthiş bir adanmışlıkla çıkardığı yüzlerce eser, kendisini benzersiz kılıyor. Dolayısıyla resimden çok anlamasanız da imkan varsa burayı görün diyeceğim. Tabii 2025 Nisan itibariyle Amsterdam’ın en pahalı müzesi burası, giriş tam 32.5€ ve burada birazdan anlatacağım I Amsterdam Card geçmiyor. Ama sanatsever ve özellikle Van Gogh’a ilgi duyan biriyseniz bu parayı ödemekten kaçınmazsınız diye düşünüyorum. Bilet almak için müzenin resmi sitesini ziyaret edebilirsiniz.
Stedelijk Müzesi
Van Gogh Müzesi’nin hemen karşısında yer alan Stedelijk Müzesi, Hollanda’nın bir başka köklü modern sanat müzesi. Girişinde bulunan heykel koleksiyonunda Damien Hirst’ün formaldehit içinde bulunan doldurulmuş bir zebrası yer alıyor ki benzer başka hayvanları başka müzelerde gördüğümü hatırlıyorum. İlk katta 1950’ye kadar yapılmış olan çalışmalar bulunuyor ki içlerinde Van Gogh, Picasso ve Mondrian gibi nispeten eski isimler olsa da çoğunlukla modern çalışmalar bulunuyor ve sadece resim veya heykel değil, günlük hayatta kullanılacak türden masa ve sandalye tasarımları da müzede yer alıyor. Müzenin üst katında ise çok daha modern çalışmalar bulunuyor. Türkiye’den çıkmış bazı sanatçıların da eserleri koleksiyonda mevcut.
Odalar farklı konseptlere göre ayrılmış, örneğin uzay, feminizm, protesto kültürü, vahşi kapitalizm ve büyüme hırsı gibi konular bulunuyor. Eski Sovyet ülkelerinden, eski Hollanda sömürgelerinden sanatçıların çalışmaları da sergileniyor. Müzede kısa süreli deneysel çalışmalar veya daha büyük sergiler de bulunuyor. Benim gittiğim sırada Alman sanatçı Anselm Kiefer’in devasa bir enstalasyonu, bütün ikinci kat koridorlarına ve duvarlarına yayılmış şekildeydi mesela. Kiefer’in burada başka eserleri de vardı, hatta bazılarını Alman yönetmen Wim Wenders’in Anselm adlı biyografik filminde de izlemiştim.

Museumplein’de bir sanat müzesi daha var, Moco Müzesi, Stedelijk’tan daha da modern sanata adanmış bir müze olarak Museumplein’daki müzeleri tamamlıyor. Stedelijk Müzesi’ne giriş 22.5€. Modern sanata fazla ilginiz yoksa burayı atlayabilirsinz.
Museumplein’a Amsterdam’ın farklı yerlerinden gelmek için tramvaydan faydalanabilirsiniz. Bindiğiniz tramvaya göre Museumplein veya Rijksmuseum duraklarında inerek bu müze bölgesine ulaşabilirsiniz.
Rembrandt Müze Evi (Rembrandthuis)
Hollanda sanat tarihinin en bilinen kişisi Van Gogh ise, en çok başka Hollandalı ressamı etkilemiş, her yerde etkilerini görmenin mümkün olduğu kişisi ise Rembrandt olsa gerek. Hem kendi resimleri, hem de yetiştirdiği diğer ressamlarla bilinen Rembrandt’ın hayatının önemli bir kısmını geçirdiği ev de bir müze olarak ziyarete açık.
Merkeze oldukça yakın diyebileceğimiz bu ev 1606 yılında yapılmış, üzerinde de yazıyor zaten. Rembrandt van Rijn 1639’dan 1958’e kadar burada yaşamış ve çalışmış. 1911’de ise müze olarak açılmış. Bodrum dahil toplam 4 katlı evde aşağıdan yukarı çıktıkça Rembrandt’ın da hayatında yolculuğa çıkıyorsunuz. Müze ücretine dahil olarak verilen sesli rehber (audioguide) sayesinde de odaların hikayelerini öğreniyor, duvardaki tablolar ve odalardaki eşyalar hakkında bilgi alıyorsunuz. Örneğin Rembrandt’ın devrinde o civarda çok sayıda Yahudi’nin yaşadığı, bu nedenle tablolarında Yahudilerin sık sık göründüğünü öğreniyoruz. Veya eski zamanın o daracık dolap-yataklarında uyuduğunu, pek inmediği mutfağının neye benzediğini, müthiş bir egzotik eşya koleksiyonuna sahip olduğunu, iyi bir ressam olduğu kadar taşbaskıda da iyi olduğunu müzenin odalarını gezerken öğrenebiliyoruz.

Ev içinde Rembrandt’ın kendisine ait fazla bir eser yok. Daha çok öğrencilerinin, çağdaşlarının resimleri var ve bunlar, evin o günlerde neye benzediğine dair iyi bir fikir veriyor. Özellikle bizzat Rembrandt’ın kullandığı eşyaların yer aldığı atölyesi, yine o dönemin eşyalarıyla donatılmış öğrenci yetiştirdiği oda hoşuma gitti. Boyalarını hangi malzemelerle nasıl yaptığına dair ayrıntılı bilgiler de veriliyor. Ancak en acayip yer, yukarıda da bahsettiğim egzotik eşya koleksiyonuydu. Rembrandt, hayatı boyunca hiç deniz aşırı yolculuk yapmamış, ama Hollanda’nın o dönemki deniz gücü sayesinde zengin bir koleksiyona sahip olmuş. Koleksiyonda rengarenk deniz kabukları, içi doldurulmuş timsah ve armadillo gibi hayvanlar, uzak diyarlardaki yerlilerin kıyafetleri ve Hollanda’da bulunamayacak değerli taşlar ve mineraller var bu koleksiyonda. Ayrıca bir taşbaskı atölyesi de var, ziyaretçilere taşbaskı tekniğine dair bilgiler veriliyor.
Rembrandt bir zamanlar Amsterdam’ın en gözde ressamıymış, iyi iş yapıyor, iyi para kazanıyormuş. Ancak varlıklı bir aileden gelen ilk eşinin ölümü ve maddi durumunu iyi yönetememesi nedeniyle dara düşmüş, en sonunda bu eve içindeki eşyalarla birlikte el konulmuş, hepsi satılmış. Aslında bu haciz olayı, bir anlamda böyle bir müzenin şu an var olabilmesini sağlamış. Çünkü haczedilen ve satılan eşyaların hepsinin kaydı tutulmuş, bu sayede Rembrandt’ın neleri olduğu ve bunların kimlere gittiği tespit edilebilmiş. Hatta bu defter de müzede görülebiliyor.
Evin en üst katına geldikten sonra yan binadaki diğer sergiye geçiliyor, Rembrandt’ın en tanınmış öğrencilerinden biri olan, aynı zamanda resimlerinde perspektif ve 3. boyut konusunda bir deha olarak kabul edilen Samuel van Hoogstratten‘in çalışmaları ve bu görsel illüzyonları nasıl yarattığına dair açıklamalar görülebiliyor.
Rembrandt müze-evine önceden bilet de alınabilir, ancak kapıda bilet bulmak da gayet mümkün. Online biletler müzenin resmi sitesinden alınabiliyor. Bilet ücreti 21.5€. Metroyla geliyorsanız Waterlooplein durağında inebilirsiniz.
Anne Frank Evi (Anne Frank Huis)
2. Dünya Savaşı’nda 6 milyon Yahudi’nin hayatını kaybettiği düşünülüyor. Bu 6 milyon kişinin en meşhurlarının arasında Anne Frank’i saymadan olmaz. Nitekim Anne, ailesiyle 2 yıl boyunca Amsterdam’daki bir evin içine yapılmış gizli bir bölmede yaşamış, buradaki hayatını da kendisine 13. doğum gününde alınan hatıra defterine düzenli olarak kaydetmişti. Bu günlük savaştan sonra babası tarafından basıldı ve Türkçeye Anne Frank’in Hatıra Defteri adıyla çevrildi. Anne Frank de bu kitaptaki hikayesiyle tüm dünyanın tanıdığı bir figür, savaşın tanınmış sembollerinden biri haline geldi. İşte 2 yıl boyunca toplam 8 kişinin gizlendiği bu ev, bugün müze olarak ziyaretçilere açık vaziyette ve Amsterdam’ın en çok ziyaret edilen yerlerinin başında geliyor.
Bu noktada Anne Frank’in kısa hayatını da anlatmak gerekiyor. 1929’da Frankfurt’ta hali vakti yerinde Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğan Frank, Hitler’in iktidara gelişinin ardından ailesiyle Hollanda’ya, Amsterdam’a taşındı. Ancak 2. Dünya Savaşı’nın patlaması ve Hollanda’nın Naziler tarafından işgal edilmesinin ardından hayatı bambaşka bir yöne evrildi. Önce sadece Yahudi çocukların okuyabildiği bir okula kaydoldu, 1942’nin Temmuz ayında da babasının iş yerinin olduğu binada oluşturulan gizli odalara yerleşmek zorunda kaldı. Burada kendi ailesi, bir başka Yahudi ailesi ve bir de Yahudi dişçinin bulunduğu toplam 8 kişi, çok zor şartlarda Nazilerden ve onların yerel işbirlikçilerinden gizlendiler. Bu esnada babasının iş yerinde çalışan Hollandalı arkadaşlarının büyük özverileriyle ve yardımlarıyla yaşama tutundular. Ancak Ağustos 1944’te gizli bölmeye yapılan baskınla yakalandılar ve hepsi başka bir yöne dağıldı. Anne ve ablası Margot, 1945’te savaşın sonunu göremeden, Bergen-Belsen kampında tifüs nedeniyle hayatını kaybetti. 8 kişi içinden yalnızca Anne’nin babası Otto Frank toplama kamplarından sağ dönebildi. Döndüğünde kendilerine yıllarca yardım etmiş kişilerin evden kurtarabildiği eşyalar arasında bulunan Anne’nin günlüğü eline geçti. Kızının bir gün yazar olma hevesine duyduğu saygıyla, 2 yıl boyunca bütün düşüncelerini, sırlarını, öfkelerini paylaştığı, Kitty adını verdiği bu günlüğü 1947’de kitap olarak bastırdı ve Anne kendisi göremese de tüm dünyanın tanıdığı bir kişi, dünyanın en ünlü günlük yazarlarından biri oldu.
Gizlendikleri bu ev, kitabın şöhreti sayesinde yıkılmaktan kurtuldu ve 1960 yılında müze olarak açıldı. Müze-evde bütün bu gizli bölme odalarını görebiliyorsunuz. Sadece gizli bölmede hem an ölüm yakalanma korkusuyla adeta esir hayatı yaşamanın ne demek olduğunu değil, genç bir kızın bu zorlu şartlara rağmen büyüme ve kendini gerçekleştirme hayallerini de anlatan Anne Frank’in hikayesinden etkilenenler, burayı da görmek isteyeceklerdir diye düşünüyorum. Evde bütün odaların ve odalarda yaşayanların öyküleri anlatılıyor, ayrıca bazı orijinal eşyalar da bulunuyor. Örneğin Anne ve Margot’nun boylarının kurşun kalemle işaretlendiği duvar ve Anne’nin çok sevdiği film yıldızları ve kraliyet ailesi üyelerinin duvara yapıştırılmış fotoğrafları, olduğu gibi korunuyor. Müzede evdekilerin yakalandıktan sonraki akıbetleri, Otto Frank’in hayatta kalma hikayesi ve son olarak da Anne’nin orijinal günlüğü ve diğer defterlerini görebiliyorsunuz.
Amsterdam ziyaretinizde Anne Frank Evi’ne gelecekseniz en azından Anne Frank’in Hatıra Defteri kitabını okuyarak gelmenizi öneririm, Anne ve ailesinin nasıl şartlarda yaşadığını, ne tür zorluklar çektiğini bilerek geldiğinizde bu küçücük evde gördükleriniz aklınızda daha sağlam bir yere oturacaktır diye düşünüyorum. Anne Frank’le ilgili birçok film de mevcut, hikayesi sayısız kez sinemaya uyarlandı. Bunların en meşhurlarından olan 1959 yapımı filmi de izlemeyi düşünebilirsiniz, tabii ki kitap direkt kaynak olduğu için filmine göre çok daha gerçek bir öykü anlatıyor, filmde hikayenin bazı boşlukları teatral gerekliliklere uygun şekilde doldurulmuş.
Diğer birçok müze gibi buraya da gelmeden önce internet sitesinden bilet alınması tavsiye ediliyor, çünkü tıpkı Van Gogh Müzesi gibi burada da kapıda bilet satışı yok. Ama farklı olarak haftalar öncesinden harekete geçip bilet almış olmak gerekiyor. Ben elimde olmayan sebeplerle geç kaldığım için bilet bulamadım ve burayı kendi gözlerimle göremedim. Biletler her salı günü, 6 hafta sonraki hafta için satışa çıkıyor, ancak çok hızlı tükeniyor. Müzeye 15 dakikalık aralıklarla ziyaretçiler kabul ediliyor. Her aralıkta 50 civarında insan kabul ediliyor, içeride istediğiniz kadar durabiliyormuşsunuz. Benim gibi bilet almak için vizenin çıkmasını bekleme enayiliğinde bulunmayın, önceden alın. Giremeyecek olursanız da bu online turdan faydalanabilirsiniz. Online tur oldukça ayrıntılı, ben bu şekilde evi adeta kendim görmüş kadar oldum.

Eskiden burayı kapıdaki uzun kuyruğa girerek de ziyaret etmek mümkün oluyormuş, ancak söylediğim gibi bu artık mümkün değil. Yani kuyrukta beklemenin bir manası yok. Anne Frank Evi’ne giriş ücreti 16€.
Amsterdam Şehir Müzesi
Adından da anlaşılacağı üzere burası Amsterdam şehrinin tarihine yoğunlaşan bir müze. 500 yıl boyunca toplanmış 100 bin eşya müze koleksiyonunda bulunuyor. Şehrin ilk kurulduğu günlerdeki halini ve zenginleşme hikayesini anlatan bölümlerde çeşitli tablolar da bulunuyor, örneğin Rembrandt’ın meşhur otopsi tablosunu burada da görebiliyoruz. Ardından Hollanda Krallığı’nın kuruluşu ve 19. yüzyılın sonlarından itibaren şehrin sanayileşmeyle birlikte nüfusunun artması, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan karşı kültür ve göçmenlerle birlikte şehrin kimlik değiştirmesi anlatılıyor. Eşcinsellik, özgür seks kültürü gibi Amsterdam’da rahat gelişme alanı bulmuş kavramların ve dini özgürlük ortamının hatıraları müzede sergileniyor, örneğin Amsterdam’da yasal olarak evlenmiş ilk eşcinsel çiftin nikah cüzdanı da var mesela müzede, Amsterdam’da açılan ilk camiye dair bilgiler de. Şehre 1960’larda gelen Türk işçilere ait sefertası, koruyucu başlık gibi eşyalar da müzede yer alıyor.
Üst katında ise daha çok Amsterdam’ın çehresini değiştirmiş kadınların öyküleri, onlara ait eşyalar ve sanat eserleri sergileniyor. Çalışan kadınların günlük eşyaları ve sanatçıların eserleri bu bölümde görülebiliyor. 1974’te kurulmuş ve ilk kurulduğu günden beri oldukça etkin olmuş Hollanda Türkiye Kadınlar Birliği’nin faaliyetlerine dair bölüm de benim için ilginçti, böyle bir örgütlenmenin olduğundan haberdar değildim. Amsterdam’da var olmuş kadınların detaylı hikayelerinden sonra şehirdeki evsizlere ve onların hayatına, devletin onlar için yaptıklarına ilişkin bir başka bölüm de müzede yer alıyor.
Amsterdam Müzesi’ne giriş 20€. Burası için de internetten bilet alabiliyorsunuz, ancak kapıda da rahatça bilet bulunabiliyor gördüğüm kadarıyla. Ayrıca aklınızda olsun, aynı binada Amsterdam’ın önemli sanat müzelerinden H’ART da bulunuyor.
Direniş Müzesi (Verzetsmuseum)
Hollanda, tıpkı Polonya gibi 2. Dünya Savaşı’nın neredeyse başından sonuna kadar Alman işgalinde kalmış bir ülke. İlk başlarda halk üzerinde baskıcı bir yönetim ve Yahudilerin fişlenmesi gibi olaylar, özellikle 1942’den itibaren çok daha sertleşince ülke içinde direniş faaliyetlerine yol açmış. Aslında Hollanda’nın işgal edildiği günden itibaren farklı şekillerde direniş hareketleri kendini göstermeye başlamış. İşte bütün bu faaliyetler ve Hollanda’nın 2. Dünya Savaşı’nda yaşadıkları, o günleri yaşamış kişilerin hikayeleri ve sergilenen eşyalarla birlikte Direniş Müzesi’nde anlatılıyor. İşbirlikçi siyasetçilerden Yahudilere, devlet memurlarından bir Nazi askerine aşık olup ondan çocuk yapan genç kızlara, sıradan veya meşhur birçok kişinin hikayeleriyle Hollanda halkının nasıl direnmeye başladığı anlatılıyor. Ayrıca savaşın farklı aşamalarını gösteren video odaları da bulunuyor, dörder dakikalık videoları girişte verilen audioguide marifetiyle İngilizce olarak dinleyebilmek mümkün.
2. Dünya Savaşı’na dair hikayeler genelde bildiğimiz şeyler. Yine de Hollanda özelinde yaşanan bazı olayları, örneğin savaşın sonuna doğru yaşanan büyük kıtlığı, veya Komünist Parti’nin yeraltı faaliyetlerine başlamasını, yaşanan büyük grevleri, sürgündeki Kraliçe Wilhelmina’nın konuşmalarının yayınlandığı ve günde 15 dakika yayın yapan Radio Oranje’yi, Yahudiler için sahte kimlikler yapma çalışmalarını ve direnişin silahlı kısmına dair detayları öğrenebiliyoruz.
O zamanın Hollanda kolonisi olan Endonezya ve Surinam’da da savaş yıllarında yaşananları anlatan Direniş Müzesi’ne giriş ücreti 16€. Son derece modern bir şekilde yapılmış olan müze, ARTIS Hayvanat Bahçesi’nin tam karşısında. İnternetten bilet alınabiliyor, ancak kapıda da büyük bir kalabalık yok.
Amsterdam’ın özellikle sanat müzeleri anlamında zengin bir şehir olduğunu belirtmek gerekir. Bunların yanında benim göremediğim, ama görülesi yerler arasında sıralanan Ulusal Denizcilik Müzesi‘ni de söylemek lazım. Nitekim Hollanda’nın sömürgecilik geçmişinden ötürü sağlam bir denizcilik tarihi olduğunu biliyoruz, bunu başka müzelerde de sıkça görüyoruz zaten. Ayrıca Kanal Müzesi, İşkence Müzesi, Seks Müzesi, Elmas Müzesi (Diamant Museum), Lale Müzesi, Peynir Müzesi, Esrar Müzesi gibi konsept müzeler de Amsterdam’da genellikle merkeze yakın noktalarda bulunmakta.

Amsterdam, Avrupa’nın geri kalanına oranla nispeten daha özgür bir dini ortam sağladığı için buraya Yahudiler de yerleşmiş ve burada yaşamışlar, ticaret yoluyla zenginleşmiş ve canlı bir topluluk oluşturmuşlar. 15. yüzyılın sonunda İber Yarımadasından kaçan Seferad Yahudilerinin başlattığı bu göçlere farklı yerlerden farklı Yahudiler de eklenince Amsterdam merkezinin doğusunda kalan bölgede ciddi bir sayıya ulaşmışlar. 2. Dünya Savaşı’ndan önce sayısı 100 bini aşan Yahudilerin savaştan sonra ancak 5 bin kadarı hayatta kalabilmiş. Jodenbuurt adı verilen bu mahallede günümüzde de ziyaret edilebilen Yahudi eserleri bulunuyor. Yahudi Müzesi (Joods Museum), Holocaust Müzesi, 1675’te yapılmış olan Portekiz Sinagogu gibi yapılar, şu anda Waterlooplein‘ın yakınlarında kalmış olan bu bölgede bulunuyor.
Yine bu bölgeye yakın bir de Holocaust anıtı var. Weesperstraat üzerinde yer alan bu anıtta Hollanda’daki holocaust kurbanlarının isimleri, kompleksin içindeki duvarların üzerindeki plakalara kazınmış. Alfabetik şekilde sıralanan onbinlerce ismin arasında Anne Frank’in adını da tam adı olan “Annelies Frank” şeklinde bulabilirsiniz. Ayrıca yine bu mahalledeki evlerin önünde, yerdeki küçük plakalarda o evlerde yaşamış Yahudilerin isimleri de yer alıyor. Dolayısıyla Hollanda da birçok Batı Avrupa ülkesi gibi Yahudi geçmişini hatırlarda tutmaya çalışıyor diyebiliriz.
Kanal Turu
Amsterdam, Venedik’le birlikte dünyanın en meşhur kanal şehri olabilir. Şehir sınırları içinde tam 1800 tane irili ufaklı köprü bulunduğu söyleniyor. Bu yüzden gelmişken bir kanal turu da yapmak isteyebilirsiniz. Bu tur tekneleri farklı noktalardan kalkabiliyor şehir içinde ve sonunda sizi başlangıç noktasına bırakıyor. Biz Rokin metro durağının yanındaki iskeleden kalkan bir tura katıldık. Kanal turları genellikle 1 saat sürüyor, ücreti 14.5€. Tur boyunca Amsterdam’ın farklı görüntülerini yakalama şansı yakalıyorsunuz, tekne kaptanı şehrin görülesi yerlerini ve ilginç yapılarını anlatıyor. Bol miktarda fotoğraf çekme imkanı veriyor bu tur, hem zaman içinde temelindeki çökmelerden dolayı yamulmuş ve yıkılma tehlikesi yaşayan binaları, hem de farklı mimari ekolden gelen evleri görebildiğiniz için. O nedenle 1 saatinizi böyle bir geziye ayırmanızı önerebilirim.

Vondelpark
Amsterdam’ın merkezi kanallarla bölünmüş olsa da güneye indikçe kara genişliyor ve bu sayede geniş park alanlarını görebiliyorsunuz. İşte bu parkların en bilinenlerinden biri Vondelpark. Şair Joost van den Vondel’in heykelinin dikilmesinin ardından bu halk arasında bu şekilde adlandırılan park, 1865’ten beri Amsterdamlıların zaman geçirdiği bir yer olarak varlığını koruyor. Oldukça geniş bir alana yayılan parkın tamamını görmeniz pek kolay değilse de bizim de yaptığımız gibi belli bir kısmını yürüyüp, yeşilliklere yayılabilir, ortalıkta özgürce gezen ördekleri ve diğer kuşları izleyebilirsiniz. Gördüğümüz kadarıyla hem Amsterdam halkı, hem de turistler burayı çok seviyor, dolayısıyla siz de özellikle Museumplein’a geldiyseniz buraya uğrayın, nitekim müze bölgesine yürüme mesafesinde olduğunu söyleyebiliriz.

Amsterdam’da başka büyük ve güzel parklar da var, bunlara Amstelpark ve Rembrandtpark’ı örnek verebiliriz. Kısıtlı alanına rağmen şehir planlamasının iyi yapıldığını, parklara ve açık alanlara yeterince yer verildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Amsterdam’da toplu taşıma
Adeta kanallardan bir örümcek ağıyla kaplanmış diyebileceğimiz Amsterdam’da, zorlu fiziki koşullara rağmen bence çok iyi bir ulaşım ağı bulunuyor. 5 metro hattı hem merkezdeki önemli yerlere hem şehrin hafif dışına uzanıyor, ayrıca ana tren istasyonlarını da birbirine bağlıyor. Schiphol Havaalanı da trenle çok kısa sürede ulaşılabilir bir yerde.
Metroların girmediği, daha detay kanal arası caddelerde de tramvaylar ve bazen de otobüsler çalışıyor. Şehir merkezindeki çok sayıda noktaya toplu taşımayla gitmek mümkün diyebiliriz özetle. Ve hepsinde aynı kart sistemi çalışıyor. Bu kartların tek binişlik (1 saat geçerli olanları) 3.4€, 1 günlük kartlar ise 9.5€. Biz 24 saatlik kartlardan çok faydalandık ancak daha ucuza gelsin diye 2 gün geçerli 15.5€’luk pass’lerden de alabilirsiniz. Bu kartlar metro duraklarındaki otomatlardan alınabiliyor. Yalnız bazı otomatlar sadece kredi kartıyla, bazıları sadece kağıt veya bozuk parayla çalışıyor. Örneğin 9.5€’luk günlük bileti makineye 10€’luk banknot atarak alamadığınız durumlar olabiliyor, yalnızca bozuk para kabul ettiği için. Bu tür durumlarda yapacak birşey yok, ya Amsterdam’ın toplu taşımasından sorumlu GVB’nin uygulamasını indirip oradan alacaksınız, ya da mecburen kağıt para veya kredi kartı kabul eden bir otomat arayacaksınız. Böyle enteresan bir problem olduğunu söyleyebilirim toplu taşımayla ilgili. Bunun dışında sorun yaratacak birşey yok.

Metrolara binerken ve istasyondan çıkarken kart okutmanız gerekiyor. Aynı şekilde tramvaya binerken ve inerken de kart okutmanız lazım. Tramvaylara yalnızca en ön kapıdan ve sondan 2. kapıdan biniliyor, geri kalan kapılardan iniliyor. Biletiniz yoksa tramvay içinde bulunan görevliden satın alabiliyorsunuz, yalnızca kredi kartıyla ödeme alınıyor.
Şehir merkezi çok büyük olmadığı için toplu taşımaya ihtiyaç duymadan turistik bölgeler arasında yürüyerek dolaşabilmenin mümkün olduğunu söyleyebilirim. Tabii ki bisikletlere çok dikkat etmeniz gerekiyor, özellikle sabahları işe gidiş saatlerinde adeta korkutucu bir bisiklet trafiği görebiliyorsunuz.
I Amsterdam Card
Birçok Avrupa başkenti gibi Amsterdam’ın da müze ziyareti ve toplu taşımada indirimler sunan bir kartı var, adı, Amsterdam’ın her yerinde gördüğümüz meşhur deyimle aynı. Bu kart sayesinde Amsterdam’ın en önemli müzelerinin büyük kısmına ücretsiz veya indirimli olarak girebilirsiniz. Ayrıca toplu taşıma araçları da bu kartla ücretsiz. Bu kartın kapsamına girmeyen en önemli müzeler Anne Frank Evi ve Van Gogh Müzesi, buralar için bilet alıp parasını ödemek durumundasınız her şekilde. Ben şahsen almadığıma pişmanım, çünkü 3 günde gördüğüm müzelerin giriş ücretini üst üste koyduğumda kart ücretini karşılayacak bir toplama ulaşıyordu, üstüne ulaşım da bedavaya gelecekti.
Kartla ilgili bilgilere bu sayfadan ulaşabilirsiniz. Kafanızdaki gün sayısına ve görmek istediğiniz yerlere göre siz de hesabınızı yapabilirsiniz.
Amsterdam’da dikkat edilmesi gerekenler
Amsterdam pek çok kişinin yakınen bildiği, sık sık gidilen, hakkında bilgi birikiminin fazla olduğu bir şehir. Söyleyeceğim şeyler bilmediğiniz duymadığınız şeyler olmayacak, yine de bu yazıyı bütünlemesi için paylaşmak istedim.
Bisiklet trafiği
Amsterdam denince akla ilk gelen şeylerden biri de şüphesiz bisiklet kullanımının yoğunluğudur. Hep verdiğim örnektir, Hollanda’nın Fransızca adının Pays-Bas (Alçak Ülke) olması ülkenin büyük oranda düz ve alçak rakımlı olmasından ötürüdür diyebiliriz. Şehirler de mega büyüklükte olmayınca bisiklet kullanımının yaygın olmasını -takdir etmekle birlikte- biraz doğal karşıladığımı söylemeliyim.
Sonuç olarak Amsterdam’da müthiş bir bisiklet kullanımı var, dünyanın en çok bisiklet kullanılan yerlerinden beri şüphesiz. İçinde binlerce bisikletin bulunduğu devasa park yerlerinin fotoğraflarını muhakkak görmüşsünüzdür. Gerçekten günün her saatinde her yerden bisiklet çıkabiliyor, bu nedenle bir kazaya karışmamak için çok dikkatli olun, sakın bisiklet yolundan yürümeyin. Çok kısa bir yol olsa bile sağınıza solunuza bakmadan karşıdan karşıya geçmeyin, bir bisikletin nereden peydahlanacağını tahmin etmek kolay olmuyor.

Özellikle sabah saatlerinde işe giden bisikletlileri izlemek çok başka bir deneyim, hem çok kalabalık olan hem de hızlı giden bisikletliler, bizim gibi araba trafiği görmeye alışmış kişilerin gözüne çok değişik gözüküyor.
Dağıtmaya gelen turistler
Bu mesele de Amsterdam’ın kendine özgü taraflarından biri, dünyadaki çok az şehir sırf dağıtılmak amacıyla seçiliyordur. Amsterdam, başka yerlerde yasak veya zor erişilebilir olan alkol, uyuşturucu ve seks üçlüsünün hepsine birden rahatça ulaşılabilen bir şehir olduğu için belki de, özellikle İngiliz erkeklerinin en çok rağbet ettiği “bekarlığa veda” şehri olarak biliniyor. Zaten bu yüzden geçtiğimiz dönemde Amsterdam Belediyesi, 18-35 yaş aralığındaki Britanyalı erkeklerden bu amaçla gelmemelerini isteyen kampanyalar başlamıştı, gelip de ortalığı dağıttıkları, büyük rezaletler çıkardıkları için. Bunun bir faydasını gördüler mi bilmiyorum, resmi rakamlara göre Schiphol Havaalanına en çok insan hala Britanya’dan insan geliyor. Ancak tabii ki profil değişmiş olabilir, yine de bu algıyı kırmalarını pek mümkün görmüyorum yakın vadede. En fazla sıkı kontrol ve caydırıcı cezalarla biraz korkutabilirler, ancak algı sürdüğü müddetçe bu amaçla gelen de bitmeyecektir.
Bunun bizi ilgilendiren tarafı şu, ister İngiliz, ister başka bir milletten olsun, Amsterdam’da akşam saatlerinde gezerken, özellikle De Wallen, yani Red Light District bölgesinde gezerken dikkatli olun, sarhoşlara bulaşmayın, ortalıkta serseri mayın gibi dolaşan tiplerle karşılaşma ihtimalinizin yüksek olduğu bir yerde bulunduğunuzu unutmayın.
Yasaklar
Amsterdam genel olarak başka yerlerde yasadışı birçok şeyin, özellikle yasal uyuşturucu kullanımı ve seksin başkenti gibi görüldüğü için başka yerlerde normal karşılanan bazı şeylerin yasak olması insana tuhaf gelebilir. Ama biraz önce de belirttiğim durumlardan ötürü artık belli konularda çok daha dikkatli davranıyor olmalarını anlıyorum. Zaten Amsterdam’a bu gidişimde ortalarda çok daha fazla polis gezdiğini fark ettim önceki gidişime kıyasla. Zaman zaman turistlerle konuştuklarını da gördüm, ancak mevzunun ne olduğunu anlama imkanım olmadı.
Bence en ilginci, şehrin belli bölgelerinde alkol tüketmenin yasak olması. Yıllar önce gittiğimde bakkalın aldığım birayı gazete kağıdına sarıp vermesine çok şaşırmıştım. Şimdi yollarda hiç içen görmedim diyemem, ancak halen bu yasak geçerli ve 100€ da cezası olduğu söyleniyor. Aynı şey aslında esrar için de geçerli, halka açık yerlerde içilmesi yasakmış ama açıkçası bu yasağın delindiğini defalarca “kokladım” diyeyim. Bu meretin sadece izinli ‘coffee shop’larda satışı ve kullanımına izin veriliyor, sokak satıcılarından almanın da cezası büyük.
Bunlar dışında tahmin edebileceğiniz üzere sokaklara ve kanallara işemek de yasak. 140€ cezası varmış. Ayrıca Red Light District’te çalışan kadınların fotoğraflarını çekmek de kesinlikle yasak.

Pahalılık
Açıkçası Amsterdam benim gördüğüm en pahalı Avrupa şehirlerinden biri diyebilirim. Normalde Zürih gibi İsviçre şehirleri bu listenin tepesinde yer alır, ancak turistler için Amsterdam’ın pek aşağı yanı olmadığını düşünüyorum. Her şeyden önce Amsterdam müzeleri, ortalama ücret olarak Avrupa’daki benzer örneklerinin üzerinde giriş ücretlerine sahip. Kalacak yer bulmak oldukça zor olduğu için otellere, hostellere, hatta içinde sadece yatak bulunan daracık kabinlere bile hak ettiğinden yüksek ücretler ödemeniz gerekebiliyor, bu ücretler haftasonunda akıl almaz seviyelere çıkabiliyor. O yüzden planlamalarınızı önceden yapmanız çok önemli.
Yiyecek içecek fiyatlarının genel Batı Avrupa ortalaması civarında olduğunu söyleyebilirim. Ancak toplu taşıma ücretlerinin yine bir tık olduğunu düşünüyorum. Tek binişlik metro-otobüs kartının 3.5€ olması bence bunun bir kanıtı olarak görülmeli. Bu ücret Brüksel’de 2.4€ mesela.
Turist akını ve kalabalık
Amsterdam, Avrupa’nın en çok yabancı turist alan 5 şehrinden bir tanesi. Bununla birlikte alan olarak bir Londra veya Roma, Paris olmadığı için bu turist kalabalığı sanki kendini çok daha fazla hissettiriyor. Dam Meydanı’nda, Van Gogh Müzesi’nde, Rokin dolaylarında, turistik birçok yerde yılın büyük çoğunluğunda kalabalıklarla karşılaşmanız mümkün. Hatta bizim gibi bayram zamanı gidecek olursanız etrafta ne kadar çok Türk olduğunu görünce şaşırmayın.
Bu durum Hollanda vizesi başvurularına da yansıyor doğal olarak. Yeşil pasaportu olmayanlar için Hollanda vizesine başvurmak da, başvurduktan sonra vizeyi alabilmek de çok sıkıntılı bir sürece dönüşebilir. Normal şartlarda VFS’nin sitesinde hesap açıp giriş yaptığınızda vize randevu tarihlerini görebilmeniz gerekiyor, ancak ben farklı tarihlerde defalarca bakmama rağmen hiç boş bir tarih görmedim. Yani kim bilir önümüzdeki kaç ay boyunca randevu tarihi olmadığı anlamına geliyor bu. Bir şekilde randevu alabilen bazı arkadaşlarım da vizenin zamanında çıkmamasından ötürü planlarını bozmak zorunda kaldılar. Hele Nisan ayındaki King’s Day döneminde gitmek istiyorsanız işiniz çok zor. Bu nedenle illa Amsterdam’a gitmek isteyenlerin planlarını çok önceden yaparak Hollanda vizesi almaya çalışmasını, hatta mümkünse alternatif bir plan yaparak vizeyi başka ülkeden almalarını önerebilirim. Örneğin ben Hollanda vizesine randevu bulamayınca Belçika’dan vize almaya karar verdim. Açıkçası o vizeyi almak da kolay olmadı ama en azından planlarımızı yakmadan vize alıp Amsterdam’ı da görebilmek mümkün oldu.
Amsterdam henüz Barcelona veya Kanarya Adaları kadar zor durumda değil, evinize dönmenizi isteyen halk kitleleriyle karşılaşmamıza zaman var, ama şehir sakinlerinin de çok huzurlu bir hayatı olduğunu söyleyemeyiz.
Yemek
Tahmin edebileceğiniz üzere Hollanda’nın tıpkı Belçika gibi aman aman bir yemek kültürü bulunmuyor. Sokaklarda sık sık karşınıza çıkacak patates kızartması dükkanlarının dışında yöresel lezzetleri sunduğunu söyleyen yerlerde “Stamppot” çeşitleri yiyebilirsiniz. Bu yemek, haşlanmış püre haline getirilmiş patateslerin üzerine sosis ve çeşitli sebzelerin eklenmesiyle yapılan, çok da bir olayını görmediğim türden bir yemek. Mutlaka yemek isterseniz Rokin yakınlarındaki De Rozenboom‘u tavsiye edebilirim, küçük ama yöresel atmosferi kuvvetli bir mekan.
Kısa bir Amsterdam tarihi
Amsterdam’ın tarihi tarih öncesi çağlara kadar uzanıyor. Orta çağlarda bir balıkçı kasabası olan bu yerleşim biriminin bildiğimiz ismiyle ortaya çıkışı, bu bölgeyi saran Amstel Nehri’nin üzerine yapılan barajın ardından oluyor, şehrin adı da (kabaca Amstel+Dam) bu zamanlarda güncel halini almaya başlıyor. Amstel zaten yaklaşık olarak “sulu toprak parçası” şeklinde bir anlama sahip. 1275 yılı, Amsterdam’ın resmi kuruluş yılı olarak kabul ediliyor, nitekim bir resmi belgede adı ilk kez bu tarihte geçiyor (Amestelledamme şeklinde). Amsterdam, Hollanda’daki ticaretin kalbinin attığı bir liman şehri olarak hemen büyümese de zenginleşiyor.
Avrupa’da güçlenen Katolik İspanya’nın baskıcı rejimi nedeniyle Flanders’deki sanatçılardan Fransa’nın Protestanlarına ve pek çok Yahudiye kadar insanlar Amsterdam’a göç ediyor. Amsterdam kalifiye insan açısından zenginleşiyor. 80 yıl süren savaşların ardından Hollanda Krallığı da kurulunca Amsterdam hem din hürriyetinin serpildiği, hem de artık devreye giren sömürge ticaretiyle iyice zenginleşen bir şehir olarak büyüyor. 17. yüzyıl her anlamda Hollandalıların altın yıllarına şahitlik ediyor. Açılan yeni kanallarla daha fazla insanın yerleşmesi sağlanıyor. Ancak zaman içinde savaşlar ve şehrin ticaret hacminin başka yerlere kaymasıyla bir düşüşe geçiyor. Bu düşüş 1815’te Hollanda Krallığı’nın yeniden tesis edilmesine dek sürüyor. Yine ticaretle güçlenen şehir, 2. Dünya Savaşı’nda neredeyse 5 yıl Alman işgalinde kalıyor, şehrin Yahudi nüfusu neredeyse tamamen yok oluyor. Yaşanan zor yılların ardından şehre gelen göçmenlerle yeniden sosyal yapısı değişen, yine de her türlü düşünceye saygı gösterdiğini övünerek söyleyen, liberal bir şehir algısını koruma kaygısıyla günümüze kadar geliyor. Tabii ki son yıllarda Amsterdam’ı zenginleştiren sömürge ticareti değil, turizm oldu ve bu da uzun süre devam edecek gibi görünüyor.
Şöyle bir not düşmek isterim: Amsterdam resmi olarak Hollanda’nın başkenti olsa da hem bütün ana yönetim binaları hem de kraliyet ailesinin merkezi Lahey şehrinde bulunuyor. Bu nedenle Amsterdam’daki Türkiye misyonu büyükelçilik olması gerekirken başkonsolosluk, Lahey’deki misyon ise büyükelçilik olarak geçiyor.
Bir başka not da şu şekilde: Şu meşhur XXX şeklindeki şehir logosu aslında X’lerin değil, Aziz Andreas haçlarının birleşiminden ibaret. Hikayeye göre İsa’nın havarilerinden olan Andreas (Andrew), inancından vazgeçmediği için yere çapraz şekilde yerleştirilmiş, X harfi şeklinde bir çarmıha gerilmiş. Andreas bir balıkçı olduğundan, Amsterdam da bir balıkçılık şehri olarak geliştiği için şehir Andreas’ın sembolünü kabul edip kullanmış denebilir. Bayraklarda, binalarda, magnetlerde, tişörtlerde göreceğiniz bu logo, Amsterdam denince akla ilk gelen şeylerden biri haline gelmiş diyebiliriz. X’lerin anlamına dair farklı yorumlar olsa da muhtemelen bu yorumların hiçbiri doğru değil.

Amsterdam’a gelmeden okunabilecek kitaplar
Hollanda Edebiyatı’nın zayıf olduğunu elbette iddia edecek değilim, sonuçta Spinoza ve Erasmus gibi insanlar var o topraklardan çıkan. Ancak son iki yüzyılda yetişen ve Türkiye’de çok tanınan fazla yazarı olduğunu söyleyemeyiz. Elbette yukarıda bahsettiğimiz Anne Frank’ın Hatıra Defteri, her ne kadar edebi amaçlarla yazılmış olmasa da Hollanda’dan çıkan en bilinen kitap diyebiliriz, özellikle Anne Frank Evi’ne gitmeyi düşünüyorsanız bu kitabı önden okumayı düşünebilirsiniz.
Hollanda Edebiyatı’nın modern temsilcileri arasında ismi her zaman geçen Cees Nooteboom‘un Ritüeller adlı kitabını okudum Amsterdam ziyaretim esnasında. Kitabın arkasında bir çeşit “tutunamayan” olduğu söylense de bence daha çok “aylak adam” olan bir karaktere odaklanan kitap, farklı dönemlerinde Amsterdam’ı ve burada yaşanan hayatı da arka plan olarak kullanıyor. Geziniz esnasında göreceğiniz bazı sokakları, parkları vs kitapta okumak hoş bir aşinalık duygusu yaratıyor. Açıkçası ana karakter Inni’nin 70’lerde Amsterdam’da yaşadığı hayat tarzına, Avrupai tarz sorumluluksuz rahatlığına bizim bugün bile erişmemiz mümkün değil, dolayısıyla fazla bağ kurabildiğimi söyleyemem. Sadece varoluşçu tarafını ve bu anlamda düşündürdüklerini not edebilirim. Sonuç olarak ne Tutunamayanlar, ne de Aylak Adam lezzeti sunsa da benim gibi Amsterdam’da geçen bir kitap okumuş olayım diyenler Ritüeller’i okumayı düşünebilirler.
Amsterdam’da geçen çok sayıda film de var tabii ki. En kalitelisi olduğunu iddia etmeyeceğim, ancak en yakın zamanda çekilenlerden biri olan 2022 yapımı David O. Russell filmi Amsterdam‘dan söz edebilirim.
Tabii daha gençler için John Green’in Aynı Yıldızın Altında kitabını ve kitaptan uyarlanan filmini de söylemek gerekecektir.
Son sözler
Birçok arkadaşım Amsterdam’a gelmişken araba kiralayıp şehir dışındaki bazı kırsal alanları görmemin de yerinde olacağını hatırlatmıştı. Marken gibi, Giethoorn gibi yerler çok bilinen destinasyonlar bu anlamda. Şirinler köylerini hatırlatan bu yerlerde zaman geçirmek oldukça keyifli deniyor. Bunun dışında tabii ki lale tarlarını görmek isteyebilirsiniz, bunun için de Keukenhof gibi özel yerlere gitmeyi düşünebilirsiniz. Hollanda kırsalında her yer oldukça iyi düzenlenmiş ve korunmuş olduğu için herhangi bir kasabada bile güzel manzaralar görebilmeniz mümkün. Alpaka çiftlikleri bile bulunuyor, dolayısıyla şehir hayatı sizi çok açmıyorsa bu tür araştırmaları yapmanız faydanıza olacaktır.
Ama hiç şehir dışına çıkmasanız bile birkaç gün boyunca Amsterdam’da keyifli zaman geçirmenize yetecek sayıda yer bulunuyor. Yurt dışı görmüş insanların Avrupa’da ilk tercih ettiği yerlerden biri olan Amsterdam’ı görmenizi tavsiye ederim demek bile tuhaf geliyor, nitekim ya muhtemelen çoktan görmüşsünüzdür, ya da buranın ne kadar görülesi olduğunu defalarca kez duymuş, videolarına hayran olmuşsunuzdur. Bu yüzden bu yazı size bir ihtimal birkaç tane fazladan ipucu verebilmek için yazıldı, umarım bu deneyimlerden faydalanabilirsiniz.
İletişim
Bu yazıyla ve diğer yazılarımla ilgili her türlü sorunuzu, yazıların altına yorum yaparak bana iletebilirsiniz.
