Chicago’da gezilecek yerler
Çocukluğumun en canlı sportif anlarından biri olan Chicago Bulls – Utah Jazz NBA finalleri, Michael Jordan hayranlığı ile birleşince United Center’ı ve Chicago’yu benim için adeta mitolojik bir yer haline getirmişti, o zamanlar Amerika denince aklıma ilk gelen yer burasıydı. Tabii yıllar sonra Chicago’ya gitme imkanı elime geçince United Center’ı görülecek yerler listemin başına koydum. Ancak Chicago gibi mega bir şehirde yapılabilecek şeylerin, görülebilecek yerlerin sınırı yok. Bu yazımda Chicago’da geçirdiğim birkaç gün içinde gezip görebildiğim yerlere, şehrin hissettirdiklerine dair birkaç kelam etmek istiyorum.
Chicago nasıl bir yer?
Chicago bir defa çok büyük bir yer. Zaten Amerika Birleşik Devletleri’nin nüfus açısından en büyük 3. şehri (New York ve Los Angeles’ın ardından). Şehrin asıl sınırlarıyla bütünleşip Chicago’nun parçası haline gelmiş banliyöleri de sayınca mega şehir tanımlamasını sonuna kadar hak eder bir hale geliyor.
Konum olarak oldukça önemli bir yerde bulunuyor ABD açısından. Doğu’ya biraz daha yakın olmakla birlikte merkezi diyebileceğimiz bir yerde. Michigan Gölü’nün kıyısında, Chicago Nehri’nin kuzeyden ve güneyden gelen kollarının birleşip nehre döküldüğü noktada gelişip büyüyen şehir, hem ulaşım, hem ekonomi, hem de kültür açılarından Amerika’nın tartışmasız en önemli şehirlerinin başında geliyor.
Devasa bir alana yayılmasının belki de doğal sonucu olarak inanılmaz bir gökdelen yoğunluğu var şehirde. 150 metreden daha uzun binaların gökdelen olarak tanımlandığı listelerde Chicago dünyada ilk 10’a giriyor. ABD’de ise New York’tan sonra en gökdelenli şehir diyebiliriz. Bu durumun bende yarattığı hissiyat ise acayip bir sıkışmışlık ve ezilmişlik hissi oldu adeta. Özellikle şehrin merkezinde (downtown) o kadar çok gökdelen var ki, bütün gün dışarıda kalıp güneş ışığına maruz kalmadan günü geçirebilirmişsiniz gibi bir hissiyata kapıldım. Hele bir de merkezdeki yolların üzerine inşa edilmiş (elevated) metro-tren hatlarını da düşününce, bayağı karanlık ve kasvetli bir hava veriyor, özellikle hava da benim gittiğim zamanlarda olduğu gibi kapalı ve yağmurluysa. Hatta ben Cleveland‘dan Chicago’ya giderken, bindiğim Greyhound otobüsünün ön camındaki ışıklı tabelada Gotham City yazıyordu ki Christopher Nolan’ın Batman filmleri (özellikle The Dark Knight) Chicago’da çekilmiş. Muhtemelen bir New York değil, yine de Chicago, Türkiye’den gelen bizler için alıştığımızın çok ötesinde bir manzaraya sahip.
Bununla birlikte şehrin Michigan Gölü’ne çok uzun bir kıyısının olması, göl kıyısında dolaştığınız anlarda size adeta nefes aldırıyor ve burada yaşamanın bütün kalabalığa ve karmaşaya rağmen aslında çok harika olabileceğini düşündürüyor. Bu alanlarda çok büyük ve yeşil parklar da mevcut. Göl kenarında olduğu için de son derece rüzgarlı bir yer, zaten Chicago’nun lakaplarından bir tanesi de Windy City (Rüzgarlı Şehir).
Chicago doğal olarak çok göç almış, acayip kozmopolit bir şehir. Her yerde benim gibi turistlerle karşılaşmamı geçiyorum, şehrin sakinleri de çok farklı etnik kökenlerden geliyor. Bu anlamda yine bir dünya başkenti hissini verdiği söylenebilir.
Saat dilimi olarak bakarsak Chicago, Amerika’da Central Time bölgesinde yer aldığı için yaz aylarında 8, kış aylarında 9 saat gerisinde Türkiye’nin.
Chicago’ya nasıl gidilir?
Chicago’ya Türkiye’den gitmenin yolu doğal olarak havayolu. Türk Hava Yolları, Chicago O’Hare Havaalanına günlük direkt seferler düzenliyor. Normalde Avrupa’dan, özellikle Frankfurt’tan aktarmalı uçuşlar da yapılıyor, bazen bu yöntem daha hesaplı da olabiliyor, ancak Lufthansa’nın yaşadığı personel problemlerinden ötürü eskisi kadar mantıklı değildi bu seçenek benim gittiğim zaman.
Chicago’ya Amerika ve dünyanın başka birçok yerinden doğrudan uçuşlar bulunuyor. Zaten O’Hare Havaalanı, yıllık taşınan yolcu sayısı ve farklı şehirlere yapılan sefer sayıları gibi sıralamalarda dünyada ilk 5’e hep giriyor.
İstanbul – Chicago uçuşu yaklaşık 11 saat sürüyor. İlk defa okyanus aşırı bir uçağa bindiğimde bu süre bana acayip şekilde uzun görünmüştü, ancak Chicago uçuşunda bir şekilde zaman geçti. Sadece şunu söyleyebilirim, uçak kalkalı 4.5 saat olduğu halde, en son İrlanda hava sahasını da geçip okyanusa açıldığımız halde hala önümüzde 6 saat daha olduğunu bilmek ilginç bir histi. Büyük Okyanus’un adı gibi büyük olduğunu o zaman anlıyorsunuz.
Gümrük ve pasaport kontrolü
Chicago O’Hare Havaalanı’nın, ABD’nin en büyük ve yoğun havaalanlarından biri olduğunu söylemiştim. Bu nedenle pasaport kontrol kuyruğu oldukça uzun. Benim kuyruğa girip kontrolden geçebilmem 1 saatten uzun sürdü. Siz de kuyrukta geriye düşmemek için indikten sonra hızlı hareket edin derim.
B1/B2 tipi Amerikan vizesi sahibi biri olarak giriş yaparken, kontrol esnasında yalnızca geliş amacım soruldu. Bir konferans için geldiğimi, sonrasında ise gezmeye devam edeceğimi anlatmaya çalışırken pasaport memuru sözümü bitirmeden “business” dedi ve giriş mührünü vurdu. Bir tane de form çıkarıp onu mühürledi ve pasaportla birlikte geri verdi. Bir önceki gelişime göre daha kolay oldu diyebilirim, birkaç dakika içinde iş bitti. O verdiği formu biraz ileride başka bir memur geri aldı, formda ne olduğunu inceleme şansım olmadı.
Bu arada gelen herkesin fotoğrafını, pasaport bankosuna sabitlenmiş bir kamera aracılığıyla çekiyorlar, vizedeki fotoğrafla biyometrik bir karşılaştırma yapıp doğru kişinin girdiğinden emin olmak içinmiş.
O’Hare Havaalanından şehir merkezine gidiş
Chicago’ya Türkiye gibi ABD dışında başka bir ülkeden geldiyseniz, O’Hare Havaalanının 5 numaralı terminalinde inmiş olma ihtimaliniz çok yüksek. Eğer araba kiralama veya taksi tutma yolunu seçmediyseniz şehir merkezine gitmenizin yolu, metroya binmek. CTA adlı toplu taşıma sisteminin trenleriyle şehre çok rahat bir şekilde inebilirsiniz. CTA’in Mavi hattı (Blue Line) havaalanını merkeze bağlıyor.
Mavi Hattın durağı ise havaalanının 1 numaralı terminalinde bulunuyor, bu yüzden önce bu devasa havaalanında 1. Terminale gitmeniz lazım. İndiğiniz 5 numaralı terminalde şehre giden trenler (Trains to city) yazılı tabelaları takip edip, bir üst kata çıkıp terminaller arası ring yapan treni bulacaksınız. Bu trenle 3 ve 2 numaralı terminalleri geçtikten sonra son durak 1. Terminal durağında iniliyor. Sonrasında üst geçitten terminal binasına girip, asansörler veya merdivenlerle BL katına inip bir miktar yürüdükten sonra istasyon girişine ulaşacaksınız.
Burada trene binebilmek için, yazının ilerleyen bölümlerinde ayrıntılarını vereceğim CTA otomatlarından bilet almanız gerekiyor. Tek binişlik bilet 1. çözüm. 2. çözüm ise, özellikle Chicago’da toplu taşımayı sık sık kullanma niyetiniz varsa (ki ihtiyacınız olacaktır) şehrin resmi ulaşım kartı olan Ventra Card‘dan bir tane edinmeniz. Bu kartı Chicago’da geçirdiğiniz süre boyunca para yüklemek suretiyle kullanabilirsiniz. Otomatlardan 5$ karşılığında Ventra Card alıp ona bir 5$ dolar daha yüklemek suretiyle şehir merkezine gelebilirsiniz (tercihinize göre tek binişlik kartlar da işinizi görebilir). Şehrin merkezindeki “loop“a geliş yaklaşık 35-40 dakika sürüyor. Gece gündüz devam ettiği için günün her saati treni kullanabilirsiniz, sadece geceleri daha seyrek, gündüzleri daha sık çalıştığını hatırlatmak isterim. Chicago’ya iniş saatinize göre ayarlama yapabilirsiniz.
Bir not olarak, şehrin diğer havaalanı Midway‘in de tren hattıyla ulaşılabilir olduğunu hatırlatayım. Daha çok ABD içi uçan uçaklar tarafından kullanılan bu havaalanı ise turuncu hatla merkeze bağlanıyor.
Chicago’da gezilecek yerler
Chicago’da görülebilecek onlarca yer var. Hem iç, hem de dış mekan olarak sayısız yerde vakit geçirebilirsiniz bu şehirde. Ben de bu yerleri kendime göre gruplara ayırarak anlatmaya çalışacağım.
Müzeler
Art Institute of Chicago
Chicago’nun muhtemelen en önemli müzesi, şehrin birincil sanat müzesi olan Chicago Sanat Enstitüsü’dür. Şehrin merkezinde oldukça büyük bir alana yayılan müzede, dünyanın her yerinden, tarihin çok farklı dönemlerinden sayısız eser sergileniyor. Uzak Asya kültürlerinden Hindu-Budist eserlerine, Afrika’dan Güney Amerika’ya dünyanın her coğrafyasından, çok farklı dönemlerden binlerce eser bu müzede ziyaretçilerle buluşuyor. Ayrıca İsviçre’de müthiş vitraylarını gördüğüm Marc Chagall’in, bizzat bu müze için yaptığı mavi ağırlıklı harika vitrayları da burada görebiliyorsunuz.
Antik Roma, Yunan, Mısır, Bizans devirlerinden geniş bir sanat eseri koleksiyonunun yanında, tabii ki Amerika Birleşik Devletleri döneminden çok sayıda tablo ve ev eşyasını da ilgili konseptlere göre hazırlanmış odalarda görebilmeniz mümkün. Ve tabii ki Klasik ve Rönesans sonrası dönemlerden, Avrupalı en meşhur ressamların, ayrıca Auguste Rodin gibi büyük heykeltraşların bir sürü tablosu koleksiyon dahilinde. Daha yakın zamandan Kandinsky, Man Ray, Paul Klee, Salvador Dalí, Alberto Giacometti gibi farklı ekollerden çok sayıda sanatçının çalışmaları var. Ayrıca Chicago’nun önemli meydanlarında karşınıza çıkan, Pablo Picasso’nun, Joan Miró’nun anıtları sanat eserlerinin küçük maketleri de bu eserlerle ilgili bilgilerle birlikte karşınıza çıkıyor.
Müzede sadece klasik eserler yok, modern sanat olarak adlandırabileceğimiz eserler de bulunuyor. Mesela daha önce İstanbul’da Sabancı Müzesi’nde gördüğüm David Hockney’nin iPad ile yaptığı dijital eserlerden oluşan “Baharın Gelişi, Normandiya, 2020” adlı koleksiyonu bir de Chicago’da bu sayede görebildim. Andy Warhol’dan Damien Hirst’e ve Jackson Pollock’a, az tanıdığım ve hiç tanımadığım birçok modern sanatçının eseri de burada görülebiliyor.
Müzenin tamamını gezebilmem neredeyse 6 saat sürdü ve müze kapanacak olmasa biraz daha yavaş davranabilirdim. Buna göre planlarınızı yapın, kondisyonunuzu test ediyor bu müze. Sadece Chicago’nun değil, bütün ABD’nin en çok ziyaret edilen sanat müzelerinden biri olan Art Institute of Chicago’ya mutlaka gitmeye çalışın eğer zamanınız varsa.
Meşhur Route 66‘nın (Chicago’dan Los Angeles’a kadar giden karayolu) başlangıç noktası, tam bu müzenin önünde. Yolun karşısında başlangıcını gösteren tarihi bir tabela da bulunuyor. Diğer tarafında ise Millenium Park var. Ben gittiğimde 25$ olan müzeye giriş ücreti, 2023 yılında 32$ olmuş. Girişte sadece kartla ödeme kabul ediliyor.
Chicago History Museum
Chicago bir New York veya Boston kadar olmasa da Amerika’nın eski büyük şehirlerinden bir tanesi. Fransızların modern şehri kurmalarından önce de yerlilerin yaşadığı bir şehirmiş. Nehirlerin birleşip büyük bir gölü döküldüğü bu kadar verimli bir alanda insanların yerleşmesi normal zaten. Amerika’nın bakir topraklarını fethetmeye gelmiş Avrupalıların yerlileri atıp burayı kolonileştirmesi daha da normal. Günümüzden 12,000 yıl öncesinden beri insanların yaşadığı Chicago’nun tarihinde kilometre taşı olmuş olaylar ve objeler, şehrin kuzeyindeki Lincoln Park içinde bulunan Chicago Tarih Müzesi’nde bulunuyor.
Müzede yerlilerden kalma eşyalarla birlikte şehre Fransız tüccarların gelişi, 1812’deki savaşın ardından Amerikan ordusunun yerlileri iyice dışarı sürmesi, 19. yüzyılın ortasından itibaren şehrin stratejik konumuyla birlikte çok hızlı bir şekilde gelişmesi anlatılıyor. Chicago tarihinde önemli bir yeri olan demiryollarına da büyük yer ayrılmış. Aslında demiryolları ve O’Hare Havaalanı sayesinde havayollarının önemli bir durağı haline gelmesinin Chicago’ya büyük fayda getirdiği açık. Büyükbaş hayvancılık ve mobilyacılık, demir çelik endüstrisi gibi gelir kolları da Chicago’yu ihya etmiş. Sonraki yıllarda da eğitim, sağlık gibi daha modern yollarla şehir büyümesini sürdürmüş. Müzede ayrıca 1871 Büyük Chicago Yangını, aşağıda bahsedeceğim ünlü Haymarket Olayı, 1919’da Siyahilerin isyanı, Eastland gemisinin batışı ve Al Capone’un başını çektiği şehrin suç hayatına dair ayrıntılı bilgiler veriliyor. Chicago’nun göçlerle büyüyen bir şehir olduğu, hem Avrupa’dan hem de Amerika’nın güneyinden gelenlerin şehri ne kadar kozmopolit bir kimliğe kavuşturduğu anlatılıyor. Bu tema zaten bütün büyük Amerikan şehirlerinin müzelerinde işlenen bir tema diyebiliriz.
Bunun dışında Chicago şehrinin bayrağındaki 4 yıldızın anlamını, Siyahilerin hak mücadelesinde şehrin yerini, 20. yüzyılda şehrin kültür, sanat, bilim, ticaret vs. konularında geçtiği aşamaları çok detaylı bir şekilde öğrenebilirsiniz. Ve tabii ki şehrin büyük ve tarihi spor kulüplerinin tarihini ve kulüp oyuncularının kullandığı bazı eşyaları görebiliyorsunuz, mesela Dennis Rodman’ın Bulls’da oynarken giydiği 1 çift ayakkabı müzede sergileniyor. Ayrıca 1865’te suikaste kurban giden başkan Abraham Lincoln’ün vurulduktan sonra son saatlerini geçirip öldüğü yatak da müze koleksiyonu içinde yer alıyor.
Chicago şehrinden çıkmış kişilerin, şehrin kolektif belleğinden yer etmiş olayların çok canlı bir şekilde anlatıldığı bu müze, Chicago tarihini en ayrıntılı şekilde görebileceğiniz müzedir, görmenizi tavsiye ederim. Giriş ücreti 19$.
DuSable Black History Museum
Chicago, Amerika’da siyahların nüfusun önemli bir kısmını oluşturduğu büyük şehirlerden, bu arada siyahların özgürlük hareketinin de önemli duraklarından bir tanesi. Bu nedenle Chicago’da siyahi harekete adanmış bir müze bulunması da oldukça normal. Chicago’yu şehirleştirme yolunda ilk yerleşimleri kurmuş olan Afro-Fransız Jean Baptiste Point du Sable’ın adının müzeye verilmiş olması da normal açıkçası.
Sanatçı Margaret Burroughs’un çabalarıyla 1961’de kurulan müze, yine Burroughs’un eserlerinden oluşan bir sergiyle başlıyor. Siyahi Amerikalıların Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ndan başlayarak orduda nasıl hizmet ettiğini anlatan bölümler var. Amerikan İç Savaşı’nda siyahların nasıl askere alındığı ve kendilerine ait birliklerde Konfederasyon güçlerine karşı çarpıştıklarını anlatıyor bu bölüm. Sadece İç Savaş değil, Amerika Birleşik Devletleri’nin yer aldığı 1. Dünya Savaşı gibi diğer çarpışmalarda da aldıkları yeri de öğreniyoruz.
Ama müzeyi özel kılan bence interaktif bölümleri. Bunlardan ilkinde The March adlı bölüme giriyorsunuz. Girmeden önce ise bir rıza formu doldurup içeride göreceklerinizden dolayı bir sorun yaşamayacağınıza dair taahhüt veriyorsunuz. Ardından önce karanlık bir odada, siyahi hareketin güçlenmesinden önce yaşanan olayları anlatan sesler duyuyorsunuz, sonra da Martin Luther King’in 1963’teki meşhur I Have A Dream konuşmasını 3 boyutlu gözlükle adeta oradaymış gibi takip ediyorsunuz. Oldukça etkileyici bir görsel ve işitsel gösteri olduğunu söyleyebilirim.
Bunun haricinde, Chicago’nun ilk siyahi belediye başkanı olan Harold Washington’ın makam odasına konuk olup, Washington’ın konuşan ve hareket eden gerçek boyutlu maketinden başkanlık dönemini ve zamansız ölümünü dinleyebiliyorsunuz. Oldukça enteresan bir başka deneyim bu da.
1919’da yaşanan ve siyahlara karşı cadı avına dönüşen olaylar müzede yer verilen kilometre taşlarından biri. 20. yüzyılın başlangıcıyla birlikte Güney’den gelen yoğun Afro-Amerikalı göçüyle birlikte şehrin güneyine kümelenen siyahlarla kuzeydeki zengin beyazlar arasında, 29. Cadde’den çekilen görünmez ancak aşılamaz bir sınır hattı oluşmuştu. Apartheid benzeri bir durum oluşmuş. İşte bu çizgiyi aşan Eugene Williams adlı bir gencin yüzerken yanlışlıkla bu sınır geçmesi, ona gören beyazların Williams’ı taşlayarak öldürmesi sonucunda çıkan büyük olaylar, Siyahların tarihinde önemli bir yer taşıyor. Ve tabii ki Afrika’dan getirilen kölelerin hikayesini anlatan, o dönemki köle zincirlerini veya köle satışı için verilen gazete ilanlarını da görüyorsunuz, genel anlamda Afro-Amerikalıların özgürlük mücadelesinde geçtikleri bütün aşamalar bu müzede karşınıza çıkıyor. Gidilmesini kesinlikle öneririm.
Müze şehrin güneyinde, biraz şehir merkezinin dışında. CTA’in yeşil tren hattının Garfield durağında indikten sonra Washington Park’a doğru 10 dakika yürüyerek bu güzel müzeye ulaşabilirsiniz. Giriş ücreti 19$.
Institute for the Study of Ancient Cultures (Oriental Institute of Chicago)
University of Chicago bünyesinde yer alan Doğu Enstitüsü bölümünün gerçekleştirdiği kazılarda çıkanlardan oluşan koleksiyon, üniversite arazisinde yer alan müzede sergileniyor. Oriental Institute, Amerikalılar için Mezopotamya ve Mısır gibi uzak coğrafyalardaki kültürleri tanıyabilmek için çok iyi bir imkan olmuş.
İngiliz ya da Avrupalılar kadar olmasalar da Amerikalı arkeologlar çoğunluğu eski Osmanlı coğrafyasında yer alan Orta Doğu ve Mezopotamya topraklarında çok sayıda kazıya katılıp sayısız kalıntıyı gün ışığına çıkarmışlar. Bu arada belirteyim, Avrupalılar gibi Osmanlı döneminde değil, Osmanlı yıkıldıktan sonra yapılmış çoğu kazı. Doğu Enstititüsü 1919’da kurulmuş zaten. Dolayısıyla çıkarılan eserler, geriye ne kaldıysa onlar arasından gelmiş.
Günümüzün İslam coğrafyasında bulunan bu eserler Irak ve Suriye başta olmak üzere neredeyse aklınıza gelen her yerden gelmiş. Binlerce yıllık antik kalıntılar, çömlek ve heykel parçaları, figürinler bulunuyor örneğin. Büyük bölümü Berlin Neuesmuseum’da bulunan Babil Ishtar kapısının 2 parçası da var burada, İran’da Persepolis’ten çıkarılmış heykeller de, Türkiye’de Alişar’dan çıkmış Hitit kalıntıları da var. Bunlar dışında bir de geniş bir Mısır uygarlığı koleksiyonu yine ziyaretçileri bekliyor. Mısır’dan getirilmiş farklı hayvanların mumyaları, Mısır’da da çok gördüğüm çalışan köle heykelleri ve büyük mumya tabutları müze koleksiyonunda yer alıyor. Özellikle eski Asur başkenti Dur-Sharrukin’den getirilen heykel ve duvar kabartmaları göz kamaştırıcı diyebilirim.
DuSable Müzesi’nden 10 dakika yürüme mesafesinde bulunan müzeye giriş ücretsiz ancak 10 dolar bağış genel kural gibi. Siz de nakit 10 dolarınızı hazırda bulundurun buraya gelmeden önce.
Modern Fotoğrafçılık Müzesi (Museum of Contemporary Photography)
Buraya müze deseler de aslında oldukça küçük bir sergi burası. Nitekim ellerindeki binlerce fotoğraflık arşivin çok küçük bir kısmını gösteriyorlardı ben gittiğimde. ilginç fotoğraflar var evet ama fotoğrafçılığa ilginiz yoksa atlasanız da olur. Giriş ücretsiz, önceden rezervasyon yaptırın diyorlar ama yaptırmasanız da olur.
Chicago’da ulaşım
Chicago oldukça büyük bir şehir ve bu nedenle oldukça kapsamlı bir ulaşım ağı var. Temel olarak tren ve otobüsler ulaşım yükünü çekiyor. Metro hattı diyebileceğimiz L System’da farklı renklerle ifade edilen 5 hat bulunuyor ve bunlarla şehrin uzak yakın birçok yerine, ayrıca 2 havaalanına birden gitmek mümkün. Tren hattı oldukça gelişmiş olmakla birlikte bazı noktalarda trenler gelmesi gerekenden çok geç geliyor. Bir seferinde ise yerin altında ilerlerken raylara atlayan birinden dolayı tren durdu, itfaiye geldi ve yaklaşık 1 saat hareket etmedi. Bu arada insanlar baygınlık geçirmesin diye kondüktör gelip normalde kapalı duran camları açtı. Yani özetle trenle bir yere giderken geç kalma ihtimalini göze alın.
Chicago’da metro kullanırken, özellikle Loop içinde bir çevrimdışı bir uygulama çok işinize yarayabilir. Ben de bu nedenle telefonumda bir uygulamayla dolaştım. Zaman zaman işime yaradı diyebilirim.
Bölgeler
Magnificent Mile
Herhalde Chicago sokaklarında dolaşacak tek bir yeriniz olsa oranın Magnificent Mile olmasını isterdiniz sanırım. Nitekim burası Chicago’nun en ünlü yerlerinin bulunduğu, adı gibi yaklaşık 1 mil uzunluğunda kuzey güney doğrultusunda uzanan bir cadde. Daha doğrusu, Michigan Avenue adlı caddenin bir kısmını kapsayan bir kısmını ve çevresini tanımlamak için kullanılıyor. Cadde üzerinde bazı tarihi binalar ve gökdelenler, aşırı lüks dükkanlar ve oteller, alışveriş merkezleri yer alıyor. Hatta efsane basketbolcu Michael Jordan’ın et restoranı Michael Jordan’s Steak House bile burada yer alıyor. Yılın her dönemi aşırı kalabalık olan bu mili yürüyerek geçip sağa sola bakabilirsiniz.
Old Town
Avrupa şehirlerinden alıştığımız, Amerikan şehirlerinde pek görmediğimiz Old Town’lardan Chicago’da da bir tane var. Ancak Avrupa’dakiler gibi Orta Çağ’dan kalma surlar veya insanı yüzyıllar öncesine götüren bir atmosfer yok tabii haliyle. Yine de gökdelenlerin domine ettiği Chicago’da eskiye dönük birşeylerin görülebildiği, Victoria usulü harika müstakil evlerin ve birçok mekanın bulunduğu bir mahalle haline gelmiş burası. Örneğin Chicago’nun en eski bar-restoranlarından biri olan The Glunz Tavern, 1888’den bu yana Old Town’da müşterilerine hizmet veriyor. Benc esiz de bir uğrayabilirsiniz, şehrin kuzeyindeki Lincoln Park tarafından girip güneye doğru yürüyerek buraları görmenizi öneririm. Hatta Astor St. ile State St. arasında kalan küçük Wooden Alley‘de bir yürüyün derim.
Adından anlaşılacağı üzere ahşap bloklardan müteşekkil olan bu kısa caddenin Chicago’da başka bir örneği yok diyebiliriz. Nitekim şehir ilk kez 19. yüzyılda modern bir yerleşim birimi haline geldiğinde, toprak yolların yağmur ve karda çamur deryası haline gelmesi nedeniyle ahşap sokak fikri uygulanmaya başlamış. Ancak 1871’deki Büyük Chicago Yangını nedeniyle ahşap yapılardan uzaklaşılmış. 20. yüzyıl geldiğinde tamamen terkedilen ahşap sokakların bir örneği olarak burası korunmuş. Old Town’da gerçekten “eski” olarak kalabilmiş yerlerden bir tanesi olarak burayı da not etmek isterim.
Chinatown
Her büyük Amerikan şehri gibi elbette Chicago’da da bir Çin Mahallesi var. Tabii ki San Francisco‘daki kadar büyük değilse de, Boston’dakinden daha büyük gibi geldi bana. Herhalde şehirde yaşayan Asyalı sayısıyla doğru orantılıdır bu mahallelerin büyüklükleri.
Chicago’daki Çin Mahallesi’nde de birçok Çin restoranı bulunuyor. Bana kalırsa Çin Mahallesi’ne karnınız aç gelin. Nitekim tıka basa yiyip karnınızı doyurabileceğiniz, ancak bence makul ücretler ödeyerek kalkabileceğiniz bu restoranlara da uğramayı ihmal etmeyin. Bunun haricinde Çin takvimindeki yılları ve bu yılların anlamlarını açıklayan heykellerin çevrelediği bir meydan, Chinese-American Museum of Chicago ve Amerikan ordusu için savaşırken ölmüş Çin kökenli askerlerin anısını yaşatan bir anıt da Chinatown sınırları içinde bulunuyor.
Buraya merkezden yürüyerek gelebileceğiniz gibi Kırmızı Metro Hattının Cermak-Chinatown durağında inmek suretiyle de ulaşabilirsiniz.
Greektown
Chicago’nun etnik mahallelerinden bir diğeri de Yunan Mahallesi, yani Greektown. 19. yüzyıldan itibaren buraya göç etmeye başlayan Yunanların ilk yerleştiği bölge, yıllar içinde adeta onlara ait bir yer gibi olmuş. Halsted Caddesi boyunca kuzeye yürüdüğünüzde kendinizi içinde bulacağınız Greektown’da çok sayıda Yunan restoranı, hediyelik eşyacılar ve ayrıca Ulusal Helen Müzesi bulunuyor. Cadde üzerinde de Yunan kültüne ait küçük anıtlar, Yunanca yazılar vs dikkati çekiyordu, dükkanların çoğu mavi-beyaz renklerdeydi. Hatta benim kaldığım hostel de Greektown’daydı ve resepsiyondan Yunanca müzikler yükseliyordu. Ancak hemen köşedeki Gyros restoranında Latinlerin çalıştığını gördükten sonra buradaki bütün mekanların Yunan kökenlilerce işletildiği sanma hatasına düşmemek gerektiğini anladım. Sonuçta Chicago’yu yönetenler önceliği konsepte verip işin turistik değerini de düşünmüşlerdir.
Burayı görmek isterseniz merkezden mavi hatta binip UIC-Halsted metro durağında inebilirsiniz.
Parklar
Lakefront Trail
Chicago’nun en güzel yeri diyebilirim buraya. Temelde Chicago’nun Michigan Gölü kenarında yer alan göl şeridine Lakefront Trail deniyor. Burası Chicago şehir merkezi sınırları içinde, kuzeyden güneye tam 30 kilometrelik bir sahil şeridi ve burada yürüyüş ve koşu yapan, bisiklete binen yüzlerce insan gördüm. Herhalde Chicago’da yaşıyor olsaydım sık sık buraya gelirdim diye düşündüm, nitekim aşırı yüksek gökdelen selinin içinde kaybolduğunuzu hissettiğinizde buraya gelip nefes almak, gökdelenleri uzaktan izleyebilmek burada mümkün.
Chicago’nun Michigan Gölü kenarını adeta boydan boya kaplayan bu yolda bisiklet ve kaykaya binmek, yürümek ve koşmak, hatta göl kenarındaki kumsalda güneşlenip yüzmek bile mümkün. Navy Pier ve birçok parkın içinden geçen yol boyunca yürürken Chicago’nun yaşanılabilecek bir şehir olduğunu düşündüm, diğer yerlerinde bunu pek düşünemedim açıkçası. Kesinlikle Chicago’ya geldiğinizde buranın bir bölümünü görmeyi ihmal etmeyin. Özellikle Oak Street Beach ile Lincoln Park arasındaki bölüm bence harika. Beton sıralara oturup gölü seyretmek, önünüzden geçenleri seyredip, arada bir arkaya dönüp şehre bakmak değişik bir deneyimdi.
Riverwalk
Chicago Nehri’nin iki koldan gelip birleşerek Michigan Gölü’ne döküldüğünden ve Chicago’nun tam burada kurulduğundan bahsetmiştim. Şehrin kimliğine önemli bir etkisi olan nehir, çok sayıda köprünün yapılmasına neden olmuş. Bunun dışında, nehrin kenarındaki kısımlardan biri Riverwalk adıyla bir yürüyüş yolu, park ve zaman geçirilecek mekanların olduğu bir yere dönüşmüş, anmadan olmaz. Riverwalk tam olarak nehrin göle döküldüğü ana kolun güney kıyısındaki yürüyüş yoluna verilen isim. Hem, gece hem gündüz son derece müthiş Chicago manzaralarını, sürekli gezen tur gemileriyle arkada yükselen haşmetli gökdelenleri bir arada görebileceğiniz bir parkur. Yolun etrafında hem nehir manzaraları mekanlar var, hem de çeşitli heykel ve anma noktaları (memorial) inşa edilmiş. Örneğin Heald Square Monument adlı anıtta George Washington ve devrime büyük maddi destek vermiş 2 para babasının birlikte gösterildiği bir heykel var. Arka tarafında ise meşhur Amerikan Özgürlük anıtındaki meşaleli kadın figürünün sayısız insana kol kanat gerdiğini göreceksiniz, dolayısıyla ülkenin kapılarının herkese açık olduğunun sembolik bir gösterimi yapılıyor diyebiliriz. Bir diğer ilginç nokta ise buranın hemen aşağısındaki Vietnam Savaşı anıtı, burada savaşta ölen Amerikan askerleri anılıyor. Yine 1915’teki 844 kişinin öldüğü Eastland gemi faciasını hatırlatan bir plaka da Riverwalk üzerinde bulunuyor.
Chicagoluların koşu için de tercih ettiği bu yere mutlaka bir göz atın derim, nitekim burası gökdelenlerle dolu bir şehirle nehrin nasıl bütünleştiğini en net göreceğiniz yerlerden bir tanesi olacak.
Navy Pier
Lakefront Trail üzerinde bulunan Navy Pier, adı üzerinde temelde bir iskele, ancak günümüzde farklı amaçlarla kullanılıyor ve içinde çok fazla şey var. Lakefront Trail’dan yaklaşık 1 kilometre kadar göl içine giden dikdörtgen komplekste restoranların yanında devasa bir dönme dolap (Centennial Wheel) ve ünlü bir atlı karınca da bulunuyor. Dönme dolaba biniş fiyatı 18 dolar gibi birşeydi. İskelenin en ucuna gidip geriye, yani Chicago şehrinin silüetine bakmak çok keyifliydi. Chicago deyince aklınıza kazınacak o gökdelenli manzara, buradan iyi bir şekilde görülebiliyor.
Kompleks içinde Chicago Çocuk Müzesi de bulunuyor. Oldukça da kalabalık, belli ki hem Chicagolular, hem de turistler için, özellikle aileler için son derece çekici bir yer. Tıpkı Lakefront Trail gibi buradan da en azından bir geçmeyi düşünebilirsiniz.
Millennium Park
Aslında aşağıda anlatacağım Grant Park’ın bir parçası olsa da Millennium Park’ı ayrı olarak ele almak istedim. Adından anlaşılacağı üzere 2000’le başlayan yeni milenyumun anısına bu park Grant Park’tan ayrı bir şekilde tekrar tasarlanmış. Şehrin tam göbeğinde yeren alan bu park, son derece yeşil ve huzurlu olmasının yanında içindeki modern sanat eserleri ve çok amaçlı alanlarıyla da Chicago’nun en bilinen parkları arasında başı çekiyor. Dolayısıyla şehrin halkı ve turistlerin en çok zaman geçirdiği yerler arasına giriyor. Parkın etrafında konuşlu bulunan arabalarda hot dog, dondurma gibi yiyecekler satılıyor. Yine parkın çevresinde bekleyen tuhaf dini gruplar kendi doktrinlerini oradan geçenlerle paylaşıyor. Son derece hareketli bir yer olduğuna şüphe yok buranın.
Parkın içinde Chase Promenade adında bir yürüyüş yolu var, etrafı ağaçlarla çevrili bu yolda farklı açık hava sergileri düzenleniyor. Ayrıca parkın ortasındaki geniş açık çimenlik Jay Pritzker Pavilion olarak biliniyor, burada yılın farklı zamanlarında çoğunluğu klasik müzik olmak üzere konserler yapılıyor. Kış aylarında kullanılmak üzere McCormick Tribune Plaza & Ice Rink adlı bir buz pateni pisti de yer alıyor. Parkın tamamlanması oldukça yüksek maliyetli olduğu için parktaki birçok alan bağışçıların destekleriyle tamamlanabilmiş, o yüzden bu sponsorların ve hayırseverlerin isimleri birçok yerde yaşatılıyor.
Parkın en bilinen yerlerine gelecek olursak, herhalde Cloud Gate ve Crown Fountain’ı saymamız gerekecek. Cloud Gate, Anish Kapoor’un tasarladığı tam bir modern sanat eseri. Uzaktan bakıldığında devasa bir gri-gümüş fasulyeyi andırıyor. Üzeri tamamen paslanmaz çelik plakalarla kaplı bu eser, şeklinden kaynaklı yansımalarıyla çok ilginç manzaralar sunuyor. Parkın en çok fotoğraf çekilen yeri olduğunu söyleyebilirim. Bu fasulyenin içinden geçebilmek mümkün ve eserin ortasına geçtiğinizde tıpkı panayırlarda insanı garip garip şekillere sokan aynalar gibi acayip yansımalarınızı bir arada görebilmeniz mümkün.
Crown Fountain ise birbirine karşılıklı bakan iki tane 15’er metre yüksekliğinde dikdörtgen LED platformdan oluşuyor. Jaume Plensa’nın eseri olan bu enteresan çeşmenin ekranlarında Chicagolu sıradan insanların yüzleri gösteriliyor ve zaman zaman bu kişilerin ağzından su fışkırıyor. Ziyaretçiler ve özellikle çocuklar için oldukça eğlenceli anlar yaşanıyor.
Lincoln Park
Adını Abraham Lincoln’den alan, Lakefront Trail üzerinde 11 kilometrelik bir sahil şeridine yayılan bu park da bu gökdelenlerle dolu şehrin sakinlerine nefes aldıran yerlerinden bir tanesi. İçinde Chicago Tarihi Müzesi, hayvanat bahçesi, insanların sığ göl suyunda ayaklarını suya sokabildiği plajları ve golf sahalarıyla Chicago’nun önde gelen parklarından bir tanesi. Şehrin kuzeyinde yer alan bu parkın en azından bir bölümünde dolaşabilirsiniz.
Grant Park
Tıpkı Millenium Park gibi şehrin merkezinde yer alan bir diğer park da Grant Park. Burası oldukça büyük bir park. Ağaçtan çok da geniş düz boşluklar yer alıyor. Gül bahçeleri de var. Ortalıkta güvercin gibi serbestçe dolaşan devasa kazlar da çok dikkat çekiyor.
1927’de yapılan Buckingham Fountain ise buranın en bilinen yeri. Versailles Sarayı’ndaki ünlü Latona Çeşmesi’nin adeta kopyası olan bu çeşme, farklı olarak çok sayıda ve değişik itme güçlerine sahip fıskiyeler barındırıyor ve bunlarla gün içinde ışık ve su şovları yapılıyor. Özellikle ortadaki fıskiyeden çıkan sular, çok yükseğe ulaşabiliyor. Buranın manzarası gece ayrı güzelmiş, ben göremedim.
Diğer yerler
Skydeck
Ben şahsen gitmedim ama Chicago’da yapılabilecek şeylerden bir tanesi olarak Skydeck ziyaretini saymam gerekir. Chicago’nun dünyanın en çok gökdelen barındıran şehrilerinden biri olduğunu söylemiştim. Skydeck adlı manzara noktası ise, sadece Chicago’nun değil, ABD’nin en yüksek binası olan (petrol çıkarma platformlarını veya antenleri saymadığımızda) Willis Tower‘da bulunuyor, 110 katlı binanın 103. katında yer alıyor. Yani tam 442 metre yüksekliğindeki bu akılalmaz binanın 412. metresinde bulunuyor. Buradan Chicago’nun batısında kalan kısmının inanılmaz manzaraları buradan görülebiliyor. Hatta 4 tane cam balkondan birine çıktığınızda 412 metrenin ayaklarınızın altında olduğunu görüyorsunuz ki ziyaretçilerine gerçekten çok farklı bir deneyim sunduğu kesin. Fotoğraflarına bakarsanız anlarsınız zaten, burası evlilik teklifleri, düğün fotoğrafı çekimi, akrobatik pozlar verilmesi gibi çok farklı amaçlarla da kullanılıyor.
ABD’nin en yüksek binasının yine en yüksek seyir noktasına hem gündüz hem de gece çıkabilmek mümkün, haftasonları tabii böyle benzersiz bir yere çıkışın fiyatı da ona göre. Ben 2022’de gittiğimde 30$’dı. 2023 itibariyle cam balkona 30 dakika için çıkış ücreti 32$, o da bileti önceden alırsanız.
Haymarket Anıtı (Haymarket Memorial)
Her ne kadar ABD, dünyada vahşi Kapitalizm’in tartışmasız bayrak taşıyıcısı olsa da bu her zaman böyle değildi. Hatta ABD, dünyada yaygınlaşmadan önce Sosyalist işçi hareketlerinin en güçlü olduğu ülkelerin başında geliyordu. Chicago gibi hızlı bir şekilde endüstrileşmiş ve kalabalık işçi sınıflarının oluştuğu şehirlerde de, özellikle Alman kökenli işçiler arasında kötü çalışma koşullarına tepkiler vardı. Bu işçiler o dönemde haftada 6 gün, toplam 60 saat civarında çalışmaktaydı.
Günde 8 saatlik çalışma süresi için mücadele eden Chicago’lu işçiler, 1886 yılının 1 Mayıs’ında başlayan büyük eylemler gerçekleştirmiş, bu eylemler sonraki günlerde de devam etmişti. 4 Mayıs 1886’da, Chicago’daki Haymarket Meydanı yakınlarındaki işçi gösterilerinde, gösterileri bastırmaya gelmiş polis güçlerine bomba atılması sonucunda 7 polis ve 4 sivil ölmüştü. Bombayı atan kişinin kimliği hiçbir zaman öğrenilemese de olaydan sorumlu tutulan 8 işçi lideri oldukça tartışmalı bir mahkeme sürecinin ardından mahkum edilmiş, çoğu Alman kökenli 4 tanesi de idam edilmişti. Sonraki yıllarda 1 Mayıs günü, İşçi Bayramı olarak tüm dünyada kabul edilecek, ve 1893’te Illinois valisi John Peter Altgeld, mahkum edilen 8 işçiden hayatta olanları affedecek, idam edilmiş olanlara ise itibarlarını iade edecekti.
İşte bu oldukça önemli olayın yaşandığı noktada 2004 yılında yapılmış bir anıt duruyor. Tıpkı olayın yaşandığı sırada olduğu gibi bir römorkun üzerinde konuşan kişilerin resmedildiği bronz heykel, Chicago’daki işçi mücadelesinin simgesi haline gelmiş. Anıtın etrafında dünyanın farklı ülkelerindeki sendikalara ait plakalar bulunuyor, hatta bunlardan bir tanesi HAK-İŞ’e ait.
Bugün hem bu anıt, hem de Forest Home Cemetery’de, bu olayın faili olarak idam edilmiş işçilerin mezarların olduğu yere dikilmiş Haymarket Şehitleri Anıtı (Haymarket Martyrs’ Monument), günümüzde bile sol düşüncelere sahip kişilerin ziyaret ettiği yerler olmaya devam ediyor.
Graceland Mezarlığı
Chicago’da yukarıda bahsettiğim Forest Home’a gitme şansı bulamasam da görülecek başka bir mezarlık buldum elbette. Şehrin kuzeyinde yer alan Graceland Mezarlığı, Chicago’nun en eski ve bilinen mezarlıklarından biri. Oldukça geniş ve ferah diyebilirim buraya, bu nedenle bir park gibi de gezilebilecek tarzda bir yer. İnsanlar köpek bile gezdiriyor zaten ki normalde mezarlıklara köpek pek sokulmaz. Geniş yeşilliklerdeki küçük mezar taşları ve arada bir karşınıza çıkan obelisklerin olduğu bu mezarlığın ortasında güzel de bir gölet bulunuyor.
1860’da yapılan ve Chicago şehrinin çıkardığı önemli kişilerin bulunduğu bu mezarlığa gitmek için Kırmızı Metro Hattının Sheridan durağında veya Kahverengi Hattın Irving Park duraklarında inebilirsiniz.
Chicago’da yapılabilecek diğer şeyler
Caz barları
Amerika’da köleliğin kalkması ve özellikle 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, güneyde yaşayan siyahlar, daha fazla iş imkanları bulunan kuzey ve kuzeydoğu şehirlerine yoğun şekilde göç ettiler. Bu göçleri en çok alan yerlerin başında gelen Chicago’ya gelen siyahlar, kendi müziklerini de buraya getirdiler ve Chicago cazın serpilip geniş kitlelere yayıldığı yerlerden biri oldu. Louis Armstrong gibi caz tarihinde yeri olan onlarcasının yolu Chicago’dan geçti. Bölgedeki diğer beyaz müzisyenlerin de etkisiyle Chicago’da caz serpildi ve gelişti.
Bu nedenle Chicago’da çok sağlam bir caz geleneği ve kültürü var. Şehirde hala birçok caz barı faaliyet gösteriyor. Çok büyük caz hayranı olmasanız bile mutlaka bir caz kulübüne gidip canlı müzik dinlemenizi tavsiye ederim, pişman olmayacağınızı düşünüyorum. Nitekim son derece keyifli bir ortamla karşılaşacağınıza şüphe yok bence. Caz kulüpleri genelde akşam 8’den sonra açılıyorlar, canlı müzik ise saat 9’dan sonra başlıyor. Bir giriş ücreti alıyorlar çoğunlukla, benim gittiğim mekan 12$ almıştı örneğin. Ve çoğunlukla bu ücretler nakit olarak alınıyor, aklınızda olsun.
Chicago’da spor müsabakaları
Chicago, ABD’nin en büyük şehirlerinden biri olarak tabii ki her türlü spor dalında çok köklü takımlara sahip. Şehrin iki beyzbol takımı var, bunlardan Chicago Cubs’ın stadı Wrigley Field, ülkenin en eski 2. beyzbol stadıymış (Boston‘daki Fenway Park’ın ardından). Chicago White Sox da şehrin diğer MLB takımı, onlar maçlarını nispeten daha yeni Guaranteed Rate Field’da oynuyor. Bunun dışında Amerikan futbolu takımı Chicago Bears oldukça seviliyor ve yakından takip ediliyor. Amerikan askerlerine adanmış Soldier Field’da izlediğim Bears maçı deneyimini ayrı bir yazıda anlatmıştım zaten. Amerikan futbolunu hiç bilmiyorsanız, hiç ilginiz yoksa bile çok acayip bir atmosfere tanık olacağınızı söyleyebilirim. Nitekim ABD’nin en sevilen sporunun futbol olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Chicago Bulls’u sanırım söylememe bile gerek yok, nitekim Michael Jordan ve Bulls’u tanımayan yoktur diye düşünüyorum. Buraya kadar geldikten sonra United Center’ı görmeden gitmem söz konusu bile olamazdı. Siz de basketbol seven biriyseniz United Center‘ı görün, salon içinde yer alan muhteşem Jordan heykelini de ziyaret etmeye çalışın. Sezon devam ediyorsa salonda maç seyretmenin yollarını arayın derim.
Maç seyretme imkanınız yoksa bile bir maç günü bir spor barına gidin, bir sürü insanla birlikte biranızı yudumlarken ekranlarda dönen maçı izleyin. Son derece “Amerikan” bir aktiviteye imza atmış olacaksınız.
Chicago’da toplu taşıma (Ventra Card)
Chicago gibi devasa bir şehre oldukça güçlü bir toplu taşıma sistemi gerektiği ortada. CTA (Chicago Transit Authority) adlı kurumun yönettiği toplu taşıma sistemi, büyük ölçüde beklentileri karşılıyor diyebilirim. Havaalanında indiğiniz andan itibaren CTA’i defalarca kullanacaksınız. Yukarıda bahsettiğim gibi O’Hare Havaalanından şehre geliş 5$, şehir içinde metroya her binişiniz 2.5$. Kartınızda kredi kalmadığında kredi kartınızı kullanarak metro istasyonlarında bulunan otomatları kullanarak kartınıza yükleme yapabilirsiniz. Eğer Ventra Card aldıysanız buna verdiğiniz 5$’lık depozitoyu kartınıza kredi olarak yüklemeniz mümkün, ancak bu aşamada billing address sorulduğu için ben daha fazla ileri gidemedim. Ventra Card almak yerine günlük 5$’lık pass‘leri de kullanabilirsiniz, bunlar da aynı otomatlarda satılıyor ve sınırsız biniş sağlıyor. Ben bunu yapmadım ama şimdi düşündüğümde, özellikle gün içinde 1’den fazla kez trene bineceksiniz bunun daha hesaplı bir seçim olduğunu kabul ediyorum.
Bir not olarak şunu belirteyim, özellikle loop içindeyseniz, bazı hatların duraklarının yer altında, bazılarının da yer üstünde olduğunu aklınızda tutun. Loop gerçekten çok yoğun, trenler bazı durumlarda gecikmeli gelebiliyor. Ayrıca bana bir kez denk geldiği gibi, metro hatlarında intihar girişimleri veya başka problemler olabiliyor. Benim bindiğim bir trende, raylardaki bir sorundan ötürü tren durağa ulaşamadan durdu, Chicago İtfaiyesi geldi ve diğer yolcular gibi ben de neredeyse 1 saat metroda bir yere gidemeden beklemek zorunda kaldım. Bu bekleme esnasında trenin vatmanı vagonlara gelip pencereleri elindeki anahtarla açarak biraz olsun hava almamızı sağladı sağolsun, ancak içerideki birçok insan baygınlık geçirmek üzereydi.
Chicago’da dolaşırken dikkat edilmesi gerekenler
Birçok Amerikan şehrinde olduğu gibi Chicago’da da çok sayıda evsiz var. Hayatlarını caddelerdeki bina aralıklarında, kuytu köşelerde veya köprü altlarına kurdukları çadırlarda sürdüren bu evsizler her yerde karşınıza çıkabilir. Naber nasılsın diye yanınıza yanaşıp sizden bozukluk dilenebilir, sigara isteyebilirler. İster verin ister vermeyin. Birşey verirseniz teşekkür ediyor, birşey vermezseniz de lafı çok uzatmadan gidiyorlar. Tabii siz yine de gece vakti ortalarda, özellikle merkezden uzakta fazla dolaşmamaya çalışın. Benim başıma birşey gelmedi ama Chicago suç oranı yüksek bir şehir.
Bunun dışında Chicago sokaklarında özellikle parklara yakın yerlerde su sebilleri oluyor. Yanınızda plastik şişe bulundurun ki buralardan suyunuzu temin edip içme suyuna para vermeyin. Ben çok kullandım buraları ve Chicago’da bulunduğum sürede suya hiç para vermedim.
Chicago’nun yerleşimsel demografisine bakarsak şehrin kuzeyinde daha çok beyazların, güneyinde ise siyahlar ve diğer göçmenlerin çoğunlukta olduğunu çok kaba bir gözlem sonucunda söyleyebiliriz. Downtown ise herkesin bir sebepten gitmek zorunda olduğu, 72 milletten insanla karşılaşacağınız aşırı kalabalık ve kozmopolit bir yer. Bununla birlikte Chicago cidden çok büyük bir şehir ve aslında her yönde banliyö semtleriyle çevrili, ama standart bir turist olarak siz buraları en fazla havaalanına gider gelirken metro camından görürsünüz. Yine de şehirde dolaşırken bunları aklınızda tutabilirsiniz.
Chicago filmi önerisi
Chicago gibi büyük bir şehirde geçen sayısız film olduğunu tahmin etmek zor değil. Ben de burayı gördükten sonra, Brian De Palma’nın 1987 yapımı meşhur Dokunulmazlar (The Untouchables) filmini izledim. Chicago’da 1930’ların başında, alkol yasağının (Prohibition) devam ettiği yıllarda ünlü gangster Al Capone’un (efsane Robert De Niro canlandırıyor) kurduğu suç imparatorluğuna önce tek başına, sonra da kurduğu küçük birlikle savaş açan federal ajan Elliot Ness’in (Kevin Costner) mücadelesini anlatıyor. Dokunulmazlar adı verilen grubun bütün tehdit ve rüşvetlere rağmen boyun eğmeyen dokunulmazların hikayesini, efsaneler efsanesi Ennio Morricone’nin müzikleriyle izlemek istiyorsanız bu filmi tavsiye ederim. Filmin en önemli sahnelerinden biri de ana tren istasyonu olan Union Station’da geçiyor, içeriyi görenler o bebek arabalı sahneyi hatırlar.
İkinci bir film olarak da 1980 yapımı Cazcı Kardeşler (The Blues Brothers) filmini anabilirim. Çocukluklarının geçtiği yetimhanenin kapatılmasını önlemek için para kazanmak zorunda olan ve bu amaçla eski gruplarını toplamak için zamana karşı yarışan Blues kardeşlerin aşırı eğlenceli hikayesini anlatan film, harika müzikleri, sürekli uçan ve kaza yapan arabaları ve Chicago’nun önemli yerlerine filmde yer vermesiyle bence oldukça keyifli bir film.
Ve her ne kadar pek Chicago manzarası göremiyor olsak da Evde Tek Başına (Home Alone) filmlerinin de Chicago’da çekildiğini belirteyim. Macaulay Culkin’in canlandırdığı afacan Kevin’ın ailesi Chicago’da çok katlı bir müstakil evde yaşıyordu ve filmde en azından O’Hare Havaalanındaki koşturma sahnelerinde görülen gidiş terminalini orada bulunanlar tanıyacaktır diye düşünüyorum.
Son sözler
Chicago gibi bir şehirde yapacak şeylerin, görecek yerlerin gerçekten sınırı yok. Bu yazı da bu nedenden ötürü eksik kalmaya mahkum aslında. Ancak buraya gelme durumu olanlara biraz olsun fikir verebildiyse kendimi mutlu sayarım. İş veya turistik amaçla olsun, hangi nedenle gelmiş olursanız olun Chicago’da mutlaka keyifli zaman geçirecek birşeyler bulacaksınız, ayrıca şehrin manzarası da aklınızda uzun süre yer edecektir.
İletişim
Bu yazıyla ve diğer yazılarımla ilgili her türlü sorunuzu, yazıların altına yorum yaparak bana iletebilirsiniz.
4 Yorum
Ünal akdoğan
Zevkle okudum eline yüreğine sağlık ben de 7günlüğüne maraton koşmak için gidiyorum çok para harcamayı sevmem onun için benim kafadansın onun için yazını değerlendirmelerini dikkate alacağım
Geç Kalmış Yolcu
Merhabalar Ünal Bey,
Güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim. Umarım yazdıklarımdan faydalanabilirsiniz.
Ben de koşuyorum ve imkan buldukça yurtdışında da koşu ayarlamaya çalışıyorum. En son Mostar’da yarı maraton koşmuştum, önümüzdeki yıl da Londra’da yarı maraton ayarladım. Ancak Chicago Maratonu’na katılmak çok başka, başarılar dilerim.
Size Chicago’da keyifli bir gezi diliyorum.
Toprak
Merhaba,
Akıcı, detaylı ve güzel bir gezi notu olmuş, elinize sağlık, okurken hiç sıkılmadım. Chicago için kaç günlük bir gezi planı tavsiye edersiniz, konaklama çok pahalı görünüyor, daha ekonomik konaklama için tavsiye ettiğiniz bölgesi var mı, teşekkürler.
Geç Kalmış Yolcu
Merhabalar,
Güzel sözleriniz için teşekkür ederim. Konaklama konusunda yapacak çok birşey yok, ben hostelde kalmak suretiyle maliyeti düşürmeye çalışmıştım. Geçirilecek süre de gezme şekliniz ve görmek istediğiniz yer sayısıyla ilgili olmakla birlikte çok büyük bir şehirden söz ettiğimiz için en azından 4-5 gün olmalı diye düşünüyorum.
Size keyifli geziler dilerim.