Alcatraz'dan San Francisco manzarası
ABD,  Gezi,  Ülkeler

San Francisco’da gezilecek yerler

Son güncelleme tarihi: 4 Şubat 2024

San Francisco Amerika Birleşik Devletlerinin en büyük 5 şehri arasında olmasa da en tanınan, en ironik şehirleri arasında bana göre. Bir New York gibi dünya başkenti, bir Chicago gibi her şeyiyle devasa bir metropol değil evet. Ancak okyanusun karaya girinti yaptığı bir noktada, her tarafı denizle çevrili bir burunda kurulmasıyla bir yandan da denize yakınlığına rağmen tepeleri, yokuşları ve bunları dik kesen caddeleriyle kesinlikle kendine özgü manzaralar barındıran bir şehir. Aynı zamanda yüksek teknolojinin beşiği Silikon Vadisi’ne yakınlığı nedeniyle büyük şirketlerin ve buralarda çalışanların varlığıyla farklı bir kozmopolitliğe bürünmüş.

Bu yazımda San Francisco ve çevresinde geçirdiğim 4 günde gezip görebildiğim yerlerle ilgili bütün ayrıntıları paylaşmaya çalışacağım.

San Francisco’ya nasıl gidilir?

San Francisco’ya doğal olarak uçakla gidiliyor Türkiye’den. Türkiye’den an itibariyle direkt uçuşla gidilebilecek en uzak noktalardan birinde bulunuyor. Bildiğim kadarıyla THY’nin Los Angeles ve Brezilya Sao Paolo uçuşları yakın süre alıyor sadece. Türk Hava Yolları’nın İstanbul’dan San Francisco Uluslararası Havaalanı SFO‘ya günlük direkt seferleri bulunuyor. Uçuş yaklaşık 13 saat sürüyor. Amerika’nın New York, Chicago gibi başka pek çok yerinden de düzenli seferler düzenleniyor buraya. United Airlines başta olmak üzere birçok havayolu şirketi SFO’ya ABD içinden seferler yapıyor. Eğer daha ucuza getirmeniz mümkünse Avrupa üzerinden aktarmalı gitmek isteyebilirsiniz. Bunun için de örneğin United Airlines veya Lufthansa’nın Frankfurt’tan kalkan uçaklarını düşünebilirsiniz.

Havaalanından merkeze geliş

San Francisco Uluslararası Havaalanı’ndan merkeze gün boyu hizmet veren hafif raylı tren hatları bulunuyor. Bay Area Rapid Transit (BART) sisteminin sarı ve kırmızı hatları, sizi merkeze götürüyor. Akşam 9’dan sonra sadece kırmızı tren çalışıyor.

Eğer Türkiye’den direkt uçuşla geldiyseniz Uluslararası Terminal 1’de ineceğiniz için direkt BART istasyonunun olduğu terminale gelmiş oluyorsunuz. O nedenle sadece işaretleri takip ederek istasyonu bulabilirsiniz.

Ancak eğer ABD içinde başka bir yerden buraya geldiyseniz BART durağına ulaşmak için çeşitli yollardan faydalanmanız gerekebilir. İndiğiniz terminale göre, havaalanı içinde sürekli ring yapan insansız raylı ulaşım sistemi Air Train’in mavi hattına binerek BART durağına gelebilirsiniz. Örneğin ben Chicago’dan geldiğim için beni taşıyan United Airlines uçağı 5. Terminal’e indi ve bu sistemi kullanarak durağa gelebildim.

BART durağına geldikten sonra San Francisco ve genel anlamda Körfez Bölgesi (Bay Area) ulaşımını üstlenen BART’ın ulaşım kartı olan Clipper Card‘ı almanız gerekecek. Otomatlar zaten Clipper Card almak durumunda bırakıyor sizi. 3 dolar karşılığında kartı alıp, bir de üzerine yükleme yapmanız gerekiyor. Gideceğiniz durağa göre ne kadar yükleme yapmanız gerektiği, otomatların yanındaki grafiklerde yazıyor. Havaalanından merkezdeki istasyonlara geliş yaklaşık 30 dakika sürüyor. Havaalanından merkeze geliş 10$ tutuyor, mesela Oakland’a gidecekseniz bu ücret artabilir. BART sitesi üzerinden yolculuğunuzun maliyetini hesaplayabilirsiniz, dolayısıyla yüklemenizi ona göre yapın.

San Francisco nasıl bir yer?

San Francisco ABD’nin büyük şehirlerinden bir tanesi olsa da en kalabalık şehirleri arasında ilk 10’da değil. Şehir merkezinin nüfusu 800 bin civarında. Ancak körfez bölgesinde başka şehirlerin birleşmesiyle aralıksız bir yerleşim yığını oluşmuş. Silikon Vadisi olarak bildiğimiz üst düzey teknoloji şirketlerinin yer aldığı bölgenin en önemli şehri diyebiliriz San Francisco’ya. Bu da şehri bölgenin merkezi haline getirmiş. Dünyanın internet teknolojileri anlamında en büyük şirketleri arasında zirvede yer alan bazı şirketlerin merkezi veya çok büyük ofisleri burada yer alıyor. Salesforce, Oracle, Uber gibi şirketlerin San Francisco içinde büyük yerleri var. Körfezin doğu tarafında Oakland ve Berkeley, güneyde San Mateo, Palo Alto ve San Jose’ye kadar sürekli yerleşimler olduğu için bunları birbirine bağlayan ulaşım araçları da gelişmiş. Yukarıda bahsettiğim BART, bu sistemin en önemli parçası olmakla birlikte otobüs, tramvay ve tren ağları da mevcut.

San Francisco, ABD’nin Batı sahilinde yer alan bir şehir olarak, Türkiye’yle oldukça ciddi bir zaman farkına sahip, tam 10 saat gerisinde Türkiye’nin, hatta kış aylarında zaman farkı 11 saate çıkıyor. Yani burada bulunduğunuz süre boyunca Türkiye’deki sevdiklerinizle iletişiminizin coğrafi nedenlerle oldukça kısıtlanacağını bilmelisiniz.

San Francisco’yu benim gibi filmlerden tanıyanlar için herhalde en önemli özelliği, okyanus kenarındaki tepelerin üzerine kurulmuş olması nedeniyle çok acayip caddelerin bulunması olabilir. Burayı gezmek ciddi bir kondisyon gerektiriyor denebilir. Ancak bütün bu engebeli coğrafyaya rağmen caddeler yine ızgara gibi dümdüz ve dik açıyla birbirini kesiyor. Ve bu caddelerden yukarı doğru tırmandığınızda, oldukça keskin bir şekilde aşağı inen, sonra tekrar yükselen caddeleri sonuna kadar çıplak gözle görebiliyor, hatta okyanusu veya Alcatraz adasını bile rahatlıkla seçebiliyorsunuz. Bu anlamda oldukça kendine özgü bir manzaraları ve coğrafyası var diyebilirim. Bu acayip coğrafi yapıyı, San Francisco’da sık sık yaşanan büyük ve yıkıcı depremlerle açıklayabilmek de mümkün olabilir, jeolojik açıdan bölgenin ne kadar aktif olduğunu açıklayabilecek bir nokta bence.

San Francisco caddeleri, ABD
San Francisco’nun yokuşlu caddeleri mükemmel manzaralar sunuyor

Tabii San Francisco, diğer büyük Amerikan şehirleri gibi son derece kozmopolit. Ancak Batı yakasında yer aldığı için Asya ve Latin kökenli vatandaşlar açısından biraz daha zengin diyebilirim. Burası ilk olarak bir İspanyol kolonisi olarak kurulduğu için bizzat San Francisco adıyla başlamak üzere bölgedeki şehirlerin çoğunun adının İspanyolca olduğunu fark etmek zor değil. Ve bu karışık demografik yapı, Silikon Vadisi’ne yakınlığı sebebiyle dünyanın birçok yerinden beyaz yakalıların gelişiyle iyice artmış, San Francisco ve civarını 72 milletten insanın yaşadığı bir yer haline getirmiş, bir New York olmasa da. Yapılan araştırmalara göre San Francisco sakinlerinin %34’ünün başka bir ülkede doğduğu ortaya çıkmış ve bu açıdan bakıldığında ABD’nin en kozmopolit 4. şehri konumunda bulunuyor. Bu kozmopolitliği de dolaşırken sürekli hissedebiliyorsunuz. Sadece büyük bir Çin Mahallesi’ne (Chinatown) ev sahipliği yapmasıyla ilgili değil söylediğim.

Bunun dışında bir ekstra bilgi olarak da şunu söyleyebilirim, San Francisco’nun içinde bulunduğu California eyaleti ABD’nin en yüksek perakende satış vergisine sahip eyaleti olduğu için ülkenin en pahalı kabul edilen şehirlerine ev sahipliği yapıyor. Marketten aldığınız herhangi bir ürüne %7.25’lik sales tax uygulandığı için aynı ürünü California’da en pahalıya alıyorsunuz denebilir çok kaba bir hesapla. Dolayısıyla San Francisco, ABD’nin en pahalı şehirleri arasında hep zirvede. Çalıştığım şirketin San Francisco ofisinde çalışan arkadaşımlardan da biliyorum, burası ABD’nin en pahalı şehirleri listelerinde hep ilk 3’e giriyor. Bu arkadaşlarım San Francisco’nun merkezinde yaşamak yerine toplu taşımayla nispeten rahat şekilde ulaşılabilecek başka yakın şehirlerde yaşamayı tercih ediyorlar mesela. Şehir merkezinde kiralar inanılmaz yüksekmiş, öyle diyorlar.

Market Street, San Francisco, ABD
San Francisco’nun en yoğun ve kalabalık caddesi Market Street

Bununla birlikte veya doğrudan bağlantılı olarak San Francisco’da, Chicago ve New York gibi diğer metropollerde adet olduğu üzere çok sayıda evsiz yaşıyor. Yapılan tahminlere bakıldığında genelde ABD’de ilk 10’a giriyor evsiz sayısı bakımından. Özellikle benim kaldığım hostelin bulunduğu Civic Center civarlarında köşe başları ve duvar diplerinde gece gündüz bir sürü evsiz bulunuyordu. Bu açıkçası biraz tekinsiz bir his verse de ben gündüz veya gece veya sabahın çok erken saatlerinde sokaklarda dolaşırken bir problem yaşamadım bu insanlarda kaynaklı olarak.

San Francisco’da görülebilecek yerler

Golden Gate Köprüsü

San Francisco dendiği zaman akla ilk gelen yapı herhalde Golden Gate Köprüsü’dür. 1937’de açılan ve San Francisco ile körfezin kuzey yakasındaki Marin County’i bağlayan 1.2 kilometrelik bu köprü, San Francisco şehrinin günümüzdeki haline gelmesinde en büyük katkısı olan yerlerden biridir hiç şüphesiz. San Francisco’nun deniz yoluyla ulaşıma bağımlılığını ortadan kaldıran, modern bir mühendislik harikası da denebilir. Eğer Golden Gate Köprüsü (ve sadece 6 ay önce açılan, San Francisco’yu doğudaki Oakland’a bağlayan Oakland Bay Bridge) olmasaydı San Francisco bugünkü haline ulaşamazdı, bence burası kesin. Tabii ki bu köprüyü bir köprüden fazlası haline getiren, şehirle bütünleştiren unsurların başında o kendine özgü turuncu rengidir bence. Bu nedenle şehrin manzarası içinde bambaşka bir yer ediniyor kendine.

Golden Gate Köprüsü, San Francisco, ABD
Golden Gate Köprüsü’nün Crissy Field’dan görüntüsü

Benim tahmin ettiğimin aksine köprünün bağladığı bölgenin adı California’da altının keşfedilmesinden, dolayısıyla “altına hücum” kavramının icadından önce “Golden Gate” (Altın Kapı) imiş. Hatta İstanbul Boğazı’nın içinde kalan bölgeye Avrupalılar tarafından verilen Golden Horn adından esinlenilmiş bu isim bulunurken.

Golden Gate Köprüsü, yapıldığı dönemde dünyanın en uzun asma köprüsüymüş. Ancak tabii ki sonraki yıllarda başka köprüler önüne geçmiş (hatta şu an bu alanda zirve, 1915 Çanakkale Köprüsü’ne ait). Yine de köprü yapılana kadar San Francisco şehrinin en önemli ulaşım yolu deniz yolu olduğu için, köprünün yapılmasıyla şehir adeta uçuşa geçmiş, dolayısıyla şehrin gelişimine yaptığı katkı tartışma götürmez. Dolayısıyla sadece görüntüsüyle değil, işleviyle de San Francisco şehri adına ne kadar büyük bir anlam ifade ettiğine hiç şüphe yok.

Köprüde yürüyerek karşıya geçmek harika bir deneyim olurdu, ben zaman kısıtımdan ötürü maalesef ancak uzaktan seyredebilme imkanına erişebildim. Golden Gate Köprüsü lokasyon itibariyle etrafı açık bir yer olduğu için civardaki farklı noktalardan seyredilebiliyor. Yaptığım araştırmalara göre en güzel ve en kolay ulaşılabilen manzara yerlerinden biri, şehir tarafındaki sahil şeridi Crissy Field‘mış, o yüzden o tarafa gittim ben. Ancak sisli bir sabah vakti karşıda Marin County’e gidip bulutlar içinde kalmış köprünün o halini görebilmeyi elbette çok isterdim.

Crissy Field San Francisco sakinlerinin temiz hava alıp dolaşmak için en çok uğradığı yerlerden bir tanesi anladığım kadarıyla. Nitekim uzun kumsalı, kumsala bitişik yürüyüş yolları, Crissy Field Marsh, yani bataklık olarak bilinse de küçük bir göleti andıran, gri balıkçıl dahil birçok deniz kuşunun yaşadığı alanıyla çok doğal bir yer. Üstelik şehrin binalarından ve trafiğinden önemli bir mesafeyle ayrılıyor. Burası 1994’e kadar resmi olarak Amerikan Ordusu’na aitmiş, ancak sonrasında bağımsız bir yönetim birimine devredilmiş. Burada insanlar yürüyor, koşuyor, köpek gezdiriyor, gönlünce zaman geçirebiliyor. San Francisco’da çok zamanı olmayanların Golden Gate Köprüsü’nü görmek için en mantıklı ziyaret noktası burası bence.

Crissy Field, San Francisco, ABD
Crissy Field’daki bataklıkta yaşayan kuşlar

Buraya yürüyerek elbette gidilebilir ancak enerjinizi saklamak veya zaman kaybetmemek istiyorsanız toplu taşımayla yakın bir yere gelmek mümkün. Şehir merkezini kat ederek Civic Center’dan geçen 130 veya 150 numaralı otobüsle gidilebilir örneğin. Diğer yandan köprüden karşıya, yine 130 ve 150 gibi otobüslerle geçme seçeneği de değerlendirilebilir.

Alcatraz Adası

Adını filmlerden bildiğimiz ikonik hapishane adası Alcatraz, San Francisco körfezinde, şehir merkezine çok yakın bir noktada. San Francisco’dan başlayan turlarla çok kısa bir sürede adaya ulaşmak ve buradaki hapishane tesislerini gezebilmeniz mümkün. İlgisi olanlara kesinlikle tavsiye edebileceğim adaya dair daha fazlasını öğrenmek isteyenler için tüm aklımda kalanları ve sonradan öğrendiklerimi paylaştığım Alcatraz adası gezisi yazımı okumanızı tavsiye ederim.

Angel Island

Alcatraz’a burada ayrıntılı şekilde değinmeyeceğim, ancak bu adanın kuzeyinde yer alan Angel Island‘a değinebilirim. Burası Alcatraz’dan çok daha büyük, günümüzde doğa yürüyüşleri ve kamp yapmak için kullanılan bir ada. Nitekim düzenli insan yerleşiminin -görevliler haricinde- olmadığı adada farklı türlerde ağaçlar ve geyik gibi vahşi hayvanlar hayatlarını insanlar tarafından rahatsız edilmeden sürdürüyor. Yürüyerek veya adadan kiralanabilecek bisiklet, e-scooter gibi araçlarla gezilebilen ada, doğa tutkunlarının ilgisini fazlasıyla çekecektir.

Adada İç Savaş yıllarında birtakım tarihi askeri gözlem noktaları kurulmuş, tıpkı Alcatraz gibi. Yıllar içinde farklı askeri amaçlarla kullanılmış. Aynı zamanda Amerika’ya deniz yoluyla göç edenlerin. özellikle Asyalıların, özellikle de Çinlililerin kabulünden önce gelmek zorunda oldukları bir kontrol noktası görevini sürdürmüş yıllarca. Göçmenlerin ahret sorularına maruz kaldıkları, salgın hastalık taşımadıklarına dair detaylı muayenelerden geçtikleri, haftalarca, aylarca kafeslerle bekletildikleri, oldukça çileli zamanlar geçirdikleri bir yer olarak bu adanın Asya kökenli göçmenler gözünde farklı bir yeri olduğu kesin. Adada bu göçmenlerin kaldığı barakalar bugün Göç Müzesi olarak hizmet veriyor. Göçmenlerin kaldığı yerleri görebiliyor, ahşap baraka duvarlarına kazıdıkları Çince şiirleri okuyabiliyorsunuz. İnsanı duygulandıracak türden bir yer olduğu söylenebilir.

Angel Island’a geliş için San Francisco sahil şeridindeki Pier 41’den kalkan gemilere binebilirsiniz.

Modern Sanat Müzesi (SFMOMA)

MoMA dendiği zaman herkesin aklına New York’taki devasa Modern Sanat Müzesi’nin gelmesi son derece doğal. Ancak Batı yakasının en eski modern sanat müzesi olarak kabul edilen SFMOMA’yı San Francisco’ya gelmişken geçmemek gerekir.

1935’te Civic Center yakınlarındaki bir binada San Francisco Sanat Müzesi olarak açılan bina, 1995’te bugünkü Üçüncü Cadde’deki (Third Street) yerine taşınmış. Müze tam 7 kata yayıldığı için genelde en üstteki kata çıkıp oradan aşağı inerek geziliyor çoğunlukla. Gerhard Richter’in foto-resimleri, Anselm Kiefer’ın 3 boyutlu resimleri, Amerikalı sayısız modern sanatçının, farklı türlerde ürettikleri modern sanat eserleri bu müzenin farklı katlarını süslüyor. En ilgi çekici eserler arasında Olafur Eliasson’un One-way colour tunnel adlı renkli camlardan oluşan koridorunu söyleyebilirim. Birçok kişi burada fotoğraf çektiriyor. Ayrıca Henri Matisse, Salvador Dali gibi ustaların 20. yüzyıl başlarından kalma, daha klasik türde yapıtları da müzenin koleksiyonunda bulunuyor. Yine Robert Indiana’nın ikonik “LOVE” heykelinin bir örneği de müzede bulunuyor. Ancak müzenin en bilinen eseri, Diego Rivera’nın Pan American Unity adlı, Amerikan ve Dünya tarihine sayısız göndermelerle dolu devasa duvar tablosuydu. 

1940’ta Golden Gate Uluslararası Fuarı (Golden Gate International Exposition) için devasa bir tablo çizen Meksikalı Rivera, bir diğer ünlü ressam Frida Kahlo’nun eski eşiydi bilindiği üzere. Bu tip birçok çalışması da bulunuyordu. Aylar süren ve insanların gözü önünde başka sanatçıların da yardımıyla devam eden uğraşının ardından Pan American Unity adlı eserini meydana getirdi. Fazla sembolizme girmeden San Francisco ve genel anlamda Kuzey Amerika’nın ve hatta dünyanın bir panoramasını bu eserin detaylarında anlatmış Rivera. Bu eserde ABD’nin bağımsızlık süreci de anlatılıyor, 2. Dünya Savaşı ve Hitler de, Amerikan yerlileri veya büyük endüstri hamlesini de. Hakikaten oldukça görkemli ve detaylı bir eser olduğunu söyleyebiliriz.

Pan American Unity, Diego Rivera, SFMOMA, San Francisco
Rivera’nın eseri son derece gerçekçi bir dille hem San Francisco hem de dünyanın özetini yapmış

San Francisco Modern Sanat Müzesi’ne giriş ücreti 25$.

Fisherman’s Wharf

San Francisco’nun en kalabalık turistik yeri Fisherman’s Wharf olabilir. Nitekim Türkçe çevirisi direkt balıkçı iskelesi anlamına gelen bu sahil şeridindeki iskelelerde birçok restoran, bar ve farklı türden dükkanlar bulunuyor, özellikle deniz ürünleri açısından çok fazla seçenek bulunuyor. Yeme içme ve alışveriş anlamında aradığınız her şeyi bulabileceğiniz, San Francisco’yla en özdeşleşmiş yerlerden bir tanesi.

Adından da anlaşıldığı üzere burada çok sayıda balıkçı teknesi bulunuyor ve hala balıkçılık yapılıyor. Buradaki iskelelere demirlemiş tarihi gemiler de dikkat çekiyor, bunlar San Francisco Denizcilik Tarihi Milli Parkı adlı yapının bünyesinde sergileniyor. Küçük bir müze de yine burada bulunuyor. Özellikle daha batıda olan kısımdaki yollarda insanlar sabahları koşuyor, denizin içlerine doğru uzanan iskelelerin ucuna yürüyüp mükemmel Alcatraz ve Golden Gate Köprüsü manzaraları yakalayabiliyor. Hele erken saatlerde, henüz sis kalkmamışken çok daha değişik görüntüler yakalayabilmeniz mümkün.

Deniz ürünü dışında birşeyler denemek istiyorsanız, bu civarda bulunan Boudin adlı fırında San Francisco’nun en bilinen ürünlerinden biri olan sourdough (ekşi mayalı ekmek) tekniğiyle yapılan türlü hamur işinden de yiyebilirsiniz. Acayip şekil ve aromaları bulunan bu ekmekleri de tatmaya çalışın buraya gelmişken.

Alcatraz yazısında da ayrıntılı şekilde bahsettiğim gibi San Francisco’nun uzun sahil şeridindeki her iskelenin bir numarası var. Hepsi farklı bir güzergah ve amaca sahipmiş. Şehrin en ünlü iskelesi, Fisherman’s Wharf’un içinde bulunan 39 numaralı iskelet (Pier 39). Burada pek çok deniz ürünü restoranı yer alıyor. Hatta Forrest Gump filminden bildiğimiz Bubba Gump Shrimp Company’nin de bir şubesi var. Hem gündüz, hem de geceleri oldukça hareketli bir yer olduğunu söyleyebilirim.

Pier 39 deniz aslanları, San Francisco
San Francisco’nun devasa ve çok sevimli deniz aslanları var

Ancak bence buranın en büyük özelliği restoranları veya gece hayatı değil. İskelelerdeki seyir noktalarından günün her saati görebileceğiniz, bölgenin kendine özgü türleri arasında yer alan California deniz aslanlarının (Zalophus californianus) binlercesi bu iskele civarlarında yaşıyor. Üstelik sadece fok veya yunus gibi uzaktan görülebilecek şekilde değil, bizzat kendilerine ayrılmış platformlara tırmanıyorlar, güneşleniyorlar, bağrışıyorlar, birbirleriyle dövüşüp diğerlerini denize itmeye çalışıyorlar, kısacası ancak hayvan bahçelerinde görebileceğiniz şekilde yakından, ancak bir o kadar doğal sayılabilecek bir ortamda hayatlarını sürdürüyorlar. Geceleri hala aktif bir şekilde ortalarda dolaşıyor olsalar da yaşadıkları bölge özellikle karanlıkta bırakılıyor. Dolayısıyla bu hayvanları görebilmek için bir gündüz vakti buraya gelmenizi tavsiye ederim.

Feribot İskelesi (Ferry Building)

San Francisco ile özdeşleşmiş tarihi yapılardan bir diğeri ise Ferry Building olarak bilinen ana iskele binası. Körfezin iç kısmına, Oakland’a bakan bu bina, bir zamanlar San Francisco’nun en kritik ulaşım merkeziymiş. San Francisco’nun haritasına şöyle bir bakacak olursanız bunun neden böyle olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Ancak şehrin etrafına başta Golden Gate ve Oakland Bay Bridge gibi birçok köprünün yapılmasıyla bu özelliğini yitirmiş, günümüzde daha sembolik bir anlam ifade eder olmuş.

1898’de yapıldığında San Francisco’ya başlıca ulaşım yolu olan deniz yollarının son durağı görevini görüyormuş bu bina. Aynı zamanda San Francisco’dan başka bir yere gitmek isteyenler için de yolculuğun başladığı noktaymış, bu nedenle feribot iskelesini de içine alan bu bölgeye Embarcadero (embarcar ve embark, İspanyolca ve İngilizce yola çıkmak anlamında gelen fiiller) San Francisco’nun ana caddesi diyebileceğimiz Market Street’in bittiği noktada bulunduğu için buraya gelenler, buradan rahatlıkla şehrin istedikleri bölümüne gidebiliyorlar veya buraya nispeten kolay bir şekilde ulaşabiliyorlarmış.

Günümüzde halen buradan gemiler hareket ediyor olsa da şehrin en canlı ulaşım noktası diyemeyiz tabii ki. Yine de bu güzel binaya gelmek, içerideki bilgi levhalarını okuyarak tarihi hakkında bilgi almak bence atlanmamalı.

Twin Peaks

San Francisco, gördüğüm bütün şehirler içinde tepeleri ve yükseltileri bünyesine en güzel şekilde yedirebilmiş şehir olabilir. Upuzun caddeler kat kat yükseliyor ve alçalıyor. Yukarıda da anlatmıştım zaten bu durumunu. Jeolojik açıdan hareketli bir yer olduğunu zaten şehirde yaşanmış yıkıcı depremlerden biliyoruz.

Doğu’daki Amerikan şehirleri normalde düz olur, ancak Batı’da yer şekilleri daha çeşitli oluyor. Bu yüzden yüksek manzara kuleleri yerine şehrin yüksek tepeleri en güzel manzaraları sunabiliyor, Chicago’daki Skydeck gibi mesela. Ancak San Francisco gibi şehir kimliğinde tepe ve yokuşların bu kadar yeri olan şehirlerde bu tür yapılara pek de ihtiyaç olmuyor. Her ne kadar Coit Tower veya Hamon Observation Tower gibi kuleler olsa da San Francisco’nun olanca manzarasını görebilmek için ücretsiz bir seçenek olduğunu belirtmek isterim.

Twin Peaks manzarası, San Francisco, ABD
Twin Peaks’te kelimenin tam anlamıyla bütün San Francisco ayaklarınızın altına serilecek

İşte San Francisco’da bu nokta Twin Peaks (İkiz Zirveler) diye bilinen yer. Açıkçası San Francisco’ya gitmeden önce buranın David Lynch’in elinden çıkan aynı adlı meşhur dizi ve filmle bir ilişkisi olduğunu düşünüyordum, değilmiş. Adından da anlaşılacağı üzere yanyana 2 tane tepenin bulunduğu bu alan, körfezi ve okyanusu gözlerinizin önüne seren enfes bir manzaraya sahip. Eureka Peak ve Noe Peak adıyla bilinen bu iki tepe birbirine çok yakın. Burayı her zaman hatırlayacağım ama sadece Market Street’ten körfeze doğru uzanan müthiş manzarasıyla değil, ayakta durmayı imkansız hale getiren acayip rüzgarıyla da. Herhalde etrafta daha yüksek başka bir yerin olmaması ve okyanus kenarında bulunması nedeniyle olsa gerek, öyle bir rüzgar esiyor ki burada, gayet güzel, güneşli bir havada gelmiş olsanız bile serin hissediyorsunuz. Selfie çekerken rüzgar yüzünden telefonunu düşüren çok kişi olmuştur eminim. Bunun yanında etrafta uçuşan karga veya kuzgun türü kuşlar, Twin Peaks’in kendine özgü bir başka tarafı.

Bu tepelerin hemen aşağısında bulunan Christmas Tree Point‘te hem manzara noktası, hem de araçlar için park yeri bulunuyor. Tabii buraya şehir merkezinden, Market Street tarafından geliyorsanız yolun bir noktada araç trafiğine kapatıldığını hatırlayım, araç trafiği ancak arkadaki Portola Drive tarafından mümkün.

Bu tepeler her ne kadar oldukça yüksek olup şehri ayaklarınızın altına serse de San Francisco’nun en yüksek yerleri değil. Twin Peaks’in birkaç kilometre güneyinde yer alan Mount Davidson şehir merkezinin en yüksek yeri (sadece 1 metre farkla) ve Amerikan şehirlerinde görmeye alışık olmadığımız bir haç bulunuyor tepesinde. Bu haçı Dirty Harry serisinin ilk filminde de görüyoruz hatta.

Eğer Twin Peaks’e gitme niyetiniz varsa benim gibi yürümek veya otobüse binmek seçenekleri karşınıza çıkacak. Ancak ne yaparsanız yapın tepeye tırmanmak için bacaklarınızın kuvvetine güvenmeniz gerekecek. Ancak merkezden çok yakın olmadığını belirteyim, BART’ın K, M veya S hatları Castro durağından geçiyor, en azından oraya kadar gelebilirsiniz.

Castro Street, San Francisco, ABD
Castro Street’in girişinden itibaren gökkuşağı renkleri hakim olmaya başlıyor

Hazır bahsetmişken Castro Street‘e de uğramanızı şiddetle tavsiye ederim. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nin değil, dünyanın en önemli eşcinsel mahallelerinden biri Castro Street. 1960’ların sonuyla birlikte eşcinsel çiftlerin taşınmaya yaşamaya başladığı, Harvey Milk ve burada yaşayanların çabalarıyla tamamen eşcinsellerin bir kurtarılmış bölgesine haline gelen cadde, hala eşcinsellerin yoğun olarak yaşadığı bir bölge olmayı sürdürüyor. Buraya yaklaştığınızda gökkuşağı renklerinin her yere hakim olmaya başladığını fark edersiniz zaten. Eşcinsel barları, The Castro Theatre gibi ikonik sinema salonları ve farklı mutfakları temsil eden restoranlarıyla burası San Francisco’nun şüphesiz en renkli yerlerinden biri.

Yosemite Milli Parkı

Sadece California eyaletinin değil, bütün Amerika Birleşik Devletleri’nin en görülesi yerleri arasında gösterilen Yosemite Milli Parkı genişçe bir alana yayılmış, gerçekten harika bir doğa harikası olarak nitelendirilebilir. San Francisco’da geçirdiğim günlerden bir tanesini burayı görebilmek için harcadığıma kesinlikle pişman değilim ve Alcatraz gibi tavsiye edebileceğim bir yer. Buraya yaptığım geziye dair detayları paylaştığım Yosemite gezisi yazımı okumanızı öneririm.

Golden Gate Park ve Ocean Beach

Golden Gate Köprüsü gibi Golden Gate Parkı da San Francisco’nun en bilinen yerlerinden bir tanesi, adının hissettirdiğinin aksine köprüye yakın değil, şehir merkezinin tam batısında, yaklaşık 5 kilometreye 1 kilometrelik dikdörtgen bir alana kurulmuş çok büyük bir park. İçinde yürüyüş yolları, kayık sefası yapılabilen göletler, çeşitli etkinliklerin yapılabildiği, geniş çayırlar, uzun ağaçların yer aldığı ormanlık alanlar var. Ayrıca gözlem kuleleri, müzeler ve San Francisco Botanik Bahçesi gibi daha birçok yer bulunuyor. Gezmesi oldukça keyifli bir yer olan Golden Gate Park’a zamanınız varsa uğrayıp içinde kaybolmanızı tavsiye edebilirim.

Adından da anlaşılacağı üzere okyanus kıyısındaki uzun kumsala Ocean Beach deniyor. Burası San Francisco’nun en güzel yerlerinden bir diğeri. Şehir merkezinin en batısında, Golde Gate Park’a bitişik bir yerde bulunan bu kumsal, dünya gözüyle Pasifik’i görebileceğiniz, ayağınızı okyanusa sokabileceğiniz çok müstesna bir yer kesinlikle. Ancak dalgaları çok yüksek, suları soğuk ve akıntıları da tehlikeli olduğu için burada denizde yüzmek isteyenlerden çok sörfçüler suya girmeyi göze alıyor. Nitekim siz de buraya gidecek olursanız denizde yüzenden çok kumsalda ayakta dikilen insanlarla karşılaşacaksınız.

Ocean Beach, San Francisco, ABD
Ocean Beach’s hırçın dalgaları ve sörfçüler

Şehir merkezindeki Market Street’ten geçen 7 numaralı otobüsle rahat bir şekilde parkın okyanus tarafındaki ucu olan Ocean Beach’e 20-25 dakikada ulaşabilirsiniz. Farklı otobüs ve tramvay seçenekleri de bulunuyor.

Palace of Fine Arts

San Francisco denince akla gelen yapılardan bir diğerinin de Güzel Sanatlar Sarayı (Palace of Fine Arts) olduğunu söyleyebiliriz. Buranın resmini gördüğünüzde, Avrupa standartlarında son derece sıradan bir yapı olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak ABD gibi sınırlı bir tarihi olan ülkede çok değerli, neredeyse benzersiz bir park olduğunu kabul etmek gerekir.

Aslen 1915’te düzenlenen Panama Pasifik Uluslararası Fuarı için yapılan geçici eserlerden biri olan Güzel Sanatlar Sarayı, mimar Bernard Maybeck’in eseri. Adından anlaşılacağı üzere fuarda sanat eserlerinin sergilendiği binaların önüne yapılmış. Fuardan sonra bu geçici yapıların çoğu yıkılsa da burayı korumak için birçok hayırsever seferber olmuş. Sonraki yıllarda farklı amaçlarla kullanılan alan 1964-74 arasında tüm bu alan yeniden, bu kez dayanıklı malzemelerle kalıcı olarak yapılmış, zaman içinde çeşitli restorasyonlar görmüş ve günümüze dek gelmiş.

Palace of the Fine Arts, San Francisco
Palace of the Arts’ın asıl binası

Önünde küçük bir gölet olan, Roma-Helen stili sütunlu koridorlar, sütunların etrafında yine antik çağı hatırlatan figürler ve hepsinin merkezindeki kubbeli rotundasıyla tamamlanan Güzel Sanatlar Sarayı, günümüzde son derece huzurlu bir park olarak San Francisco halkına hizmet etmeyi sürdürüyor. Küçük gölette buralarda sık görülen mavi balıkçıl gibi kuşlar ve çeşitli başka hayvanlar ve sazlık bitkiler yaşıyor. Yapıların arasında bulunan ağaçlarla manzara tamamlanıyor. Özetle sırf bir fuar için ve tamamen seyirlik amaçlarla yapılmış bir alanın, bir şehrin nasıl ayrılmaz parçası haline geldiğini, ancak içinde bulunduğu ortama en ufak bir yapaylık katmadan, kolaylıkla şehrin orijinal manzarası içine karıştığını, hem şehirle bütünleşik, hem de kendini fark ettiren, bağımsız bir ekosistemi nasıl oluşturduğunu görmek isterseniz Güzel Sanatlar Sarayı’na mutlaka gelin. The Rock filmini izlediyseniz eğer, buranın John Mason’ın kızı Jade ile buluştuğu sahnenin çekildiği yer olarak da burayı hatırlayabilirsiniz.

Burası Crissy Field’a, yani Golden Gate Köprüsü’ne çok yakın bir noktada bulunuyor. Merkezden 130 ve 150 numaralı otobüslerle gelinebiliyor.

Painted Ladies

San Francisco’nun belirli yerlerinde Victoria tarzı müstakil evler bulunuyor. Özellikle merkezin biraz batısında kalan Steiner Caddesi üzeri ve çevresinde. Bunlar caddeler boyunca yan yana uzanıyor. Bu evlerin en bilinenleri, Alamo Square adlı parkın Steiner Caddesi’ne bakan tarafında yer alan Painted Ladies adıyla bilinen evler serisi. Birbiriyle kol kola gibi duran 7 evin farklı renkleri olsa da mimarileri itibariyle gerçekten de kardeş gibi duruyorlar. Bu evlere Victoria tarzı denmesinin sebebi tabii ki İngiliz Kraliçesi Victoria döneminde (1837-1901) arasında yapılmış olmaları. Bazılarının üzerinde evlerin yapılış tarihleri de yazıyor, bir tanesinde 1873 yazdığını bizzat gördüm. Cumba benzeri çıkıntıları, şatoları andıran kubbeleri olan, farklı farklı renklere boyanmış uzun ince evlerin büyük kısmı günümüze ulaşamasa da iyi ki hepsi yıkılmamış, hem şehre bambaşka bir hava katıyor, hem de çeşitli filmlerde dekor olarak kullanılıyor. Mesela Robin Williams’ın ünlü Mrs. Doubtfire filmi Steiner Caddesi’ndeki bu evlerden birinde çekilmişti.

Painted Ladies, San Francisco
Painted Laides gibi çok fazla renkli ve tarihi ev görebilirsiniz sokaklarda

Lombard Street

San Francisco’nun en bilinen, en azından en hatırda kalıcı yeri Lombard Street diyebilirim. Normalde Amerikan şehirlerinde görmeye alıştığımız türden dümdüz ve uzun bir cadde olmakla birlikte bu caddenin 180 metrelik kısmı, dünya üzerinde örneğine az rastlanacak türden. Caddenin eğimli bir noktasında keskin zigzaglarla oluşan bu kısım, araç trafiğine de açık ve çok yavaş bir şekilde aşağı inen araçları kenardan seyretmek çok keyifli. Tabii ki buranın yukarıdan görülen manzarası da aynı şekilde benzersiz. Bu caddenin etrafında normal evler var ve bunların San Francisco’daki en pahalı evler arasında olduğunu tahmin ediyorum.

Lombard Street, San Francisco
Lombard Street’in benzersiz zigzagları

Bir tarafı Leavenworth, diğer tarafı Hyde Street tarafından kesilen Lombard Caddesi’nin bu kısmını mutlaka görün. Yürüyerek gelebileceğiniz gibi Hyde Caddesi’nden geçen turistik tramvayla da buraya ulaşabilirsiniz.

Coit Tower

Yukarıda San Francisco’nun en güzel manzaralarının Twin Peaks’ten görülebildiğini söylemiştim, ancak buna katılmayanlar çıkabilir. Çünkü Coit Tower gibi şehrin göbeğinde bir tepeye inşa edilmiş bir başka kule daha var. Biraz daha açılardan olsa da şehrin gökdelenlerle dolu merkezini buradan çok daha görebilmek mümkün olabiliyor.

1933 yılında inşa edilen kule, birkaç yıl önce vefat etmiş olan hayırsever Lillie Hitchcock Coit‘in “şehrin güzelleştirilmesi için harcanmak üzere” bağışladığı parayla, Telegraph Hill adlı tepeye dikilmiş. Bu tepe denize oldukça yakın olmasına rağmen çok yüksekte, dik merdivenler ve yokuşların çıkılmasıyla ulaşılabilen bir noktada bulunuyor. Kulenin etrafında Pioneer Park adlı bir park bulunuyor. Söylenenlere göre Coit hayatı boyunca gönüllü itfaiyecelere büyük yakınlık duymuş, bu yüzden bu anıt da San Francisco’nun itfaiyecilerine adanmış.

Coit Tower, San Francisco, ABD
Coit Tower San Francisco’nun birçok yerinden görülebilecek kadar yüksekte bulunuyor

Silindir şeklindeki kulenin zemin katında, bölgenin kendi sanatçılarının yaptığı tablolardan müteşekkil bir galeri bulunuyor. Bu tablolar San Francisco’daki günlük yaşamı ve kişileri bütün gerçekçiliğiyle resmetmiş, fabrika işçileri, tarlalarda çalışan çiftçiler, kalabalık halk yığınları sosyalist gerçekçilik akımı çerçevesinde yapılmış. 1930’larda ABD’de belli bir gücü olan solcu akımların etkisindeki sanatçıların kule için özel olarak yaptığı bu eserler, Kapitalizm’in beşiği konumundaki ABD’nin büyük şehirlerinden bir tanesinde, şehrin önemli simgelerinden birinde hala duruyor ve bu bana oldukça ilginç geliyor. Ama yukarıda SFMOMA’yla ilgili bölümde, Diego Rivera’nın yaptığı devasa Pan American Unity adlı eserin bulunduğunu söylemiştim, Rivera da dönemin en ünlü solcu sanatçılarından biriydi. Sonuç olarak Pan American Unity ile Coit Tower’daki eserler arasında ciddi bir benzerlik kurabileceğinizi söyleyebilirim.

Bu tablolar haricinde kuledeki asansör marifetiyle en yukarıdaki manzara noktasına çıkıp San Francisco’nun ve körfezin müthiş manzaralarını görebilirsiniz. Asansöre biniş ücreti 10$, ayrıca içerideki tabloların gezdirildiği ve hepsiyle ilgili bilgilerin verildiği ayrı turlar da ücreti karşılığında ziyaretçilere sunuluyor.

Görme fırsatı bulamadığım ve yukarıda sayamadığım diğer önemli yerler arasında ünlü sanat müzesi de Young, Asian Art Museum, ünlü Walt Disney’in hayatına dair birçok bilgi ve eserin yer aldığı Walt Disney Aile Müzesi gibi sayısız müze ve zaman geçirecek yer bulunuyor. Şehrin muhtemelen en merkezi noktası olan Union Square‘i de anmış olayım.

Union Square, San Francisco, ABD
Union Square, San Francisco’nun en önemli meydanları arasında

San Francisco’da ulaşım

San Francisco’nun metro ağı çok karışık olmasa da çevrimdışı bir uygulama oldukça işinize yarar. Havaalanından şehir merkezine gelmek için en uygun yol olmasının yanında körfezin karşı yakasına, Oakland’a da bizdeki Marmaray benzeri bir tüp geçip aracılığıyla geçebiliyorsunuz. Yine daha önce bahsettiğim gibi Golden Gate ve Oaklan Bay Köprüleri, San Francisco’yu körfezin karşı yakalarına bağladığı için otobüslerle de bu daha uzak yerlere kolayca geçilebiliyor. Şehir merkezinde ise başta Market Street olmak üzere birçok ana caddeden otobüsler ve tramvaylar geçiyor.

Tabii San Francisco denince akla gelen muazzam tarihi tramvayları ayrıca anmak gerekir. Artık çoğunlukla turistik amaçlarla kullanılıyor olsa da o acayip tepeleri inip çıkarken işinize yarayabilir. Tramvaylar bu dik yokuşları on yıllardır oflaya puflaya çıkıyorlar adeta ve daha uzun bir süre de çıkacaklar gibi gözüküyor. En ünlülerinden biri, Fisherman’s Wharf’tan kalkıp Hyde Caddesi boyunca ilerleyen hat diyebilirim. Tramvaylar San Francisco’da ulaşıma katkı vermenin çok daha ötesinde bir anlam taşıyor gibi, şehrin simgeleri arasına girmişler. Filmlerde, bölgenin spor kulüplerinin logolarında, tişörtlerde ve başka birçok yerde bu tramvayları görebiliyorsunuz.

San Francisco tramvayları, San Francisco, ABD
San Francisco’da tramvaylar her köşe başında karşınıza çıkabilir

San Francisco filmleri

Bir New York veya Chicago kadar olmasa da San Francisco da görsel açıdan son derece zengin bir şehir. Dolayısıyla burada çekilmiş çok sayıda meşhur Hollywood filmi bulunuyor. Alcatraz’la ilgili yazımda bahsetttiğim Alcatraz filmlerinin bir kısmında San Francisco da görülebiliyor, özellikle The Rock‘taki meşhur kovalamaca sahnesi, şehir merkezinin içinde geçiyor, Güzel Sanatlar Sarayı ve Pier 39 gibi diğer turistik yerler de görülüyor. Ancak San Francisco’nun daha merkezde olduğu filmler arasında, Clint Eastwood’un canlandırdığı dedektif Harry Callahan’ın farklı maceralarını anlatan Dirty Harry serisinin filmlerini, Robin Williams’ın kendi çocuklarına dadılık yaptığı Mrs. Doubtfire‘ı, Will Smith’in gerçek bir hikayeden uyarlanan The Pursuit of Happyness‘ı veya Sean Penn’in 70’lerin tanınmış eşcinsel aktivisti Harvey Milk’i canlandırdığı Milk filmlerini sayabilirim. Yüzlerce film daha sayılabilir.

4-5 gün kadar zaman geçirdiğim San Francisco’da elimden geldiğince çok yer görmeye çalışsam da eksik kalan birçok yer olduğunu biliyorum. Yine de sokaklarında uzun uzadıya gezebildiğim, gördüğüm diğer Amerikan şehirlerine göre biraz daha sıcak bulduğum, manzaraları ve genel havasıyla gezmesi keyifli bir yerdi. Dünyanın diğer bir ucundaki bu güzel kenti görmek isteyenlere bu yazının faydalı olmasını umarım.

İletişim

Bu yazıyla ve diğer yazılarımla ilgili her türlü sorunuzu, yazıların altına yorum yaparak bana iletebilirsiniz.

Özetle söylemek gerekirse, gezmeye meraklı bir beyaz yakalıyım. Üniversiteyi bitirene kadar hiç yurt dışına çıkmadıysam da, sonrasında elimdeki imkanları olabildiğince kullanmaya çalışarak 40'tan fazla ülkeye gittim. Ülkeleri sokaklarında yürüyerek, bütün müzelere ve tarihi yerlere gitmeye çalışarak, az konuşarak, az yiyip içerek, çok yürüyerek, erken kalkıp erken yatarak gezmeyi severim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir